Uluslar arası düzen yeni isim ararken…

Ahmet Emin DAĞ

Mevcut düzen

1991 yılında Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile birlikte, tüm dünyanın, siyasal, ekonomik ve kültürel olarak Anglo-sakson medeniyetin ve onların askeri hegemonyasının denetiminde olduğu kabulü tartışmasız bir gerçek olarak sunuldu. Ancak, ABD, İngiltere ve İsrail şahsında somutlaşan bu egemenliğinin 1960’ların sonundan itibaren çözülme süreci içine girdiği, Soğuk Savaş’ın sadece Doğu Bloku açısından değil Batılılar açısından da hezimet olduğu ve 2000’li yılların başından itibaren de Batının saldırganlığında yaşanan artışa paralel biçimde dibe vurmuş meşruiyetin de ortadan kaybolduğu vurgusu fazla dillendirilmedi. Son 15 yıldır dünyada yaşanan rekabet, işgaller ve yasa dışı uygulamalar rakip blokları hareketlendirirken, gücünü giderek arttıran alternatif güç odaklarının pasta payını arttırmaya (dolayısıyla ABD’ninkini azaltmaya) yönelik hamleleri 21. yüzyıldaki emperyalist didişmenin ana rengini belirleyeceği gözlenmektedir.

Küresel hegemonya konusunda anlaşmazlık içinde bulunmakla birlikte, dünya siyaset ve ekonomisini elinde bulunduran güçlerin, Doğu-Batı değerleri ve dünya görüşü bakımından kendilerini nehrin bir yanında dünyanın kalanını diğer yanında gördükleri gerçeği ortadadır. Bugün almış olduğu şekil itibarıyla küreselleşme (bu yönüyle), Batılı ülkelerin siyasal, ekonomik ve kültürel nüfuz konusunda emperyalist bir araca dönüşmüştür.

Buna karşın Anglo-Sakson dünya egemenliğine karşı çıkan Fransız, Alman, Rus ve Çin gibi ülkeler söz konusu küreselleşme sürecini Amerikan nüfuzunu törpüleyecek birer fırsata dönüştürme çabasındadır. Bu yönüyle Küreselleşme karşıtı hareketler ile söz konusu muhalif ülkeler arasında bir amaç ittifakı söz konusu. Ama bu ortaklık, küresel çelişkiler ve çıkar hesapları sebebiyle siyasal bir ittifaka dönüşebilecek bir eğilim taşımamaktadır.

Medeniyetler çatışması tezi 1990’lı yıllardaki popülerliğini yitirmiş ve başlardaki kültürel vurgular değiştirilerek yerini “terör” kavramına bırakmış olsa da, terörün tanımını yaparken kullanılan dolgu malzemelerinin tamamen “medeniyet” perspektifinden yola çıkarak oluşturulması Batılılar arasındaki ittifakı pekiştiren bir unsurdur. Bu yönüyle kendileri de farklı İslami azınlıklarla çekişme yaşayan Rusya ve Çin gibi ülkelerin Batılılarla aynı düzlemde İslami tehdit söz konusu olduğunda ortak refleks geliştirmeleri kaçınılmaz. Anlaşmazlık noktası daha çok, oluşturduğu tehdit konusunda ittifak sağladıkları bu ortak düşmanın yok edilmesi sürecinde, bu savaşın nimetlerini kimin yiyeceği üzerine düğümlenmektedir.

Bu açıdan NATO, gelmiş olduğu konum itibarıyla Amerikan hegemonyasının Avrasya’daki jandarma gücü durumundadır. Afganistan ve Irak işgallerinde üstlendiği roller NATO’nun önümüzdeki dönemde İslam dünyasına yönelik saldırganlıklarda aktif kullanımı yolunu açabilir. Bu nedenle Batıyla sorunu olan halkların karşısında bir NATO hayaleti çıkacaktır. NATO’nun İslamcı gruplara karşı verdiği mücadeleden her hangi bir rahatsızlık duymayan Rusya ve Çin, örgütün Amerikan ileri karakolu olarak kullanılmasına tepki duymakta.

Çekişmenin yaşandığı bir diğer zemin uluslar arası kuruluşlardır. Bu kuruluşlar yapıları icabı kendilerini oluşturan güçlü devletlerin çıkarlarını önceleyen bir siyaset izlerler. Bu yönüyle Dünya Bankası’ndan BM’ye tüm örgütlerin yapıları mevcut küresel dengelere hizmet etseler de, bu örgütlerin karar mekanizmalarında güçsüz devlet temsilcilerinin de söz söyleyebilmesi zenginlerin asıl karar alma süreçlerini G-8 türü daha özel platformlara kaydırmalarına neden olmuştur. Özellikle son 10 yıldır uluslar arası önemli kararların, dünyaya nizam vermeyi hedefleyen yönergelerin olgunlaştırıldığı zeminin zengin ülke temsilcilerinin katıldığı G-8 olması rastlantı değildir.

Uluslar arası düzenin adını halen koymamış olan güçler 11 Eylül olaylarından sonra buna hız verdiler. Bu olaydan sonra uluslar arası siyasetin doğası ABD lehine değişmiş olsa da, olaylar öncesinde Avrasya’daki varlığı büyük bir tartışma konusu olan ABD’nin askeri varlığı halen tartışılmaktadır. Bunun sebebi, söz konusu askeri varlığın halen sürüyor olmasının yanı sıra, 11 eylül olaylarını Amerikan yönetiminin istismar etmesi ve bunu Avrasya’daki varlığını pekiştirmek için bir fırsata dönüştürmeye kalkışmasının diğer süper güçler üzerinde oluşturduğu tepki idi.

İslam Dünyası

100 yıl önce ilk parçalanmaya maruz kalan İslam dünyası, yeni dönemde Endonezya’da Doğu Timor’un, Sudan’dan Güneyin ve Darfur’un, Irak’ta kuzey ve güney bölgelerin ayrılması gibi birbirinden bağımsızmış gibi görünen küresel bir operasyon ile daha mikro parçalara bölünmektedir. Bu dönemdeki politikalarla, Batılıların İslam dünyasını daha küçük parçalara bölme çabaları sürecektir. Ancak paradoksal biçimde, gerek siyasal ve ekonomik bağımlılık gerekse Amerikan üsleri vasıtasıyla zaten fiili Batı nüfuzu altında bulunan İslam dünyası aynı Batılıların sağlayacağı güvenlik ortamından medet umacak kadar acil bir konumdadır.

Dışa karşı böyle bir çıkmaza sahip olan İslam dünyasındaki siyasal yapılar, bu bağımlı yapılarından dolayı kendi halkları nezdinde ciddi birer meşruiyet krizi yaşamakta ve bu kriz her geçen gün derinleşmektedir. Bu meşruiyet krizi, Batılılara hizmet ettiği sürece problem oluşturmazken, problem olarak görülmeye başlandığında, bu kez de Batılıların İslam dünyasına müdahale aracı olarak kullanılmaktadır.

İçinde bulundukları çaresizlik sebebiyle mevcut rejimlerin değişmesi taleplerine her zaman açık görünen Müslüman halklar ise, özellikle Afganistan ve Irak örneğinden sonra değişimin sonuçlarının eskisinden daha iyi olmadığı gerçeği ile yüzleşmiştir. Ekonomik yoksunluk, siyasal meşruiyet krizi ve kültürel asimilasyon sürecindeki Müslüman halklar, tepkilerini ortaya koyma sıkıntısı çekmektedir. Bunların doğal sonucu olarak da İslam dünyasında tamamen Batıcıların başını çektiği seçkinler ile kendine güvenebileceği liderler arayan muhalif halk katmanları arasındaki makas açılmaktadır.

Tüm bu siyasal ve ekonomik sancılar, Batılıların gizli emperyalist gündemlerine duyulan tepkileri körüklerken, bunun en önemli yansımalarından biri olan 11 Eylül olaylarından sonra baskılar daha da artmış olması, İslam dünyasındaki yığınları umutsuzluğa ve psikolojik dönüşüme zorlamaktadır. Değişim dayatmaları ile birlikte gelen bu baskıların yerli elitler eliyle yürütülmesinde görülen başarısızlık Batılıları kadife devrimler sürecini de içinde barındıran tasfiye döneminin sancılı olmasına yada tüm sıkıntılarına rağmen mevcut statükonun devamı arzusuna neden olmaktadır.

Büyük Ortadoğu Projesi adıyla meşhur olan şimdilerdeki adıyla Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi, Batıya tehdit oluşturan yapıları reform baskıları ile dönüştürmeyi hedeflemektedir. Bunun bir ayağında siyasi dönüşüm var ise, diğer ayağında İslam’ı tehdit olmayacak biçimde tamamen değiştirmek de bulunmaktadır.

Yaşanan süreç içinde İslami hareketler de ciddi bir dönüşüm geçirmektedir. 1970’li yıllardan itibaren milliyetçi oluşumların güç kaybına bağlı olarak Müslüman halkların en ciddi muhalefet liderliğine aday olan İslamcı hareketler, yerel otoritelerden gördükleri baskı ve şiddet sebebiyle 1980’lerin ikinci yarısından itibaren yöntemlerini sorgulamaya başlamışlardır. Anti emperyalist bir formla yeniden İslamcılığın çözüm olarak ön plana çıkmasıyla iktidarda dönüşüm sorunu belirmiş ve modern Batı değerleri ile geleneksel İslam değerlerinin buluşturulması anlayışı popüler hale gelmekle birlikte içi İslami bir dolgu ile doldurulamamıştır. İktidarla gelen İslamcı aktörler, ciddi birer alternatif ortaya koyamamış yada koymaları engellenmiştir.

İç çatışma ve çekişmeler (sınır çatışmaları, mezhebi farklar vs) de İslam dünyasının en ciddi sıkıntılarından biridir. Hemen her İslam ülkesinin birbiriyle toprak sorunu veya etnik problemi bulunmaktadır. 1990’ların başında yoğun biçimde tartışılan medeniyetler arası çatışma tezi yerine artık medeniyet içi çatışma tartışmaları daha ciddi yer bulmaktadır. İslam’ı kendi içinde savaştırıp zayıflatma ve tehdit olmaktan çıkarma stratejisi ABD ve İsrail’in en iddialı girişimlerinden biri olacaktır.

İslamcı anlayışın siyasal dönüşüm macerasıyla paralel biçimde gelişen Müslüman kitlenin ekonomik anlamda zenginleşme süreci, geleneksel yaşam biçimini tamamen değiştirerek, modern bir İslami yaşam dayatmıştır. Bu şekliyle tüm geleneksel İslami kavramlar, ilkeler, ahlak yargıları ve kalite kavramları modern terminoloji ile bağdaştırılmaya çalışılmıştır. Yaşam ve zihniyet sorunu, Müslümanların iyi bir alternatif olma çabalarında netleştirmeleri gereken önemli birer engel olarak durmaktadır.

Hiç yorum yok: