Osmanlı İmparatorluğu’nun, tarihi boyunca gerçekleştirdiği 44 önemli antlaşmadan en önemlisi şüphesiz ki 30 Ekim 1918’deki Mondros mütarekesidir. Çünkü bu antlaşma ile Osmanlılar siyasi ve askeri olarak tarih sahnesinden çekilmiştir.
Birinci dünya savaşında yenilen Osmanlı Devleti, Mondros mütarekesi ile, M. Akif’in “Şark-ı Aksa’dan Mağrib’i Aksa’ya kadar gitmediğim, görmediğim yeri kalmadı Müslüman yurdun” dediği “Büyük Vatan”dan trajik bir şekilde çekilmeye başladı.
Antlaşmaya göre Osmanlı Ordusu terhis ediliyor, siyasi, ekonomik ve stratejik tüm noktalarına el konuluyor, Hicaz, Asir, Yemen, Suriye, Irak, Trablusgarb, Bingazi bölgelerinden çekiliyordu. Bununla da kalmayıp galip devletler, antlaşmanın ilgili maddesine dayanarak Aralık 1918’den Mayıs 1919 kadar Antakya, İskenderun, Adana, Tarsus, Kilis, Antep, Urfa, Maraş, Antalya, Burdur, Bodrum, Fethiye, Marmaris, İzmir ve daha bir çok yeri işgal ediyordu.
Nihayet Mart 1920’de Osmanlı İmparatoluğu’nun payitahtı İngilizlerce resmen işgal ediliyordu. Amerikalıların Bağdat’ı işgal edip, Saddam’ı kafasında bit ararken kameraya çekip tüm dünyaya göstermesi gibi, Osmanlı padişahı da, İstanbul’da yakalandı. Belki o zaman kameralar olsaydı aynı Saddam gibi dünyaya böylece teşhir edeceklerdi. Yani İngilizler, şimdiki Amerika’nın Bağdat’a girmesi gibi İstanbul’a girdi ve başkenti işgal etti.
Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın son yaptığı iş, Misak-i Milli’yi ilan edip Ankara’da toplanmak üzere dağılmak oldu. Aslında bu, ilki 1299’larda Söğüt’de gerçekleşen “Osmanlı” kurucu ontolojisinden sonra, bu topraklarda gerçekleşen ikinci büyük kurucu ontoloji olan “Türkiye”nin doğuşu demekti.
CUMHURİYETİN ONTOLOJİSİ
1919-1924 yılları arasındaki varoluş savaşında şekillendiği haliyle, beş temel ilke ve beş büyük devrime “kurucu ontoloji” diyoruz. Bunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinde yükseldiği temeller ve ilkeler olup istiklal savaşı süreci içinde temerküz etmiştir. Yani milletin savaşan, dirican ve fakat farklı unsurlarının ruh, gönül ve zihin dünyasından süzülüp gelerek belirmiştir. Tek bir kişi veya gurubun doktrini olarak vazedilmemiştir.
Bunlardan ilki Hakimiyet-i Milliye'dir. Yani yönetimde milletin hakimiyeti esas olup, egemenlik herhangi bir kişi, sınıf, hanedan veya kuruma tapulanamaz. Millet neyi isterse o gelir. Milleti adam yerine koymayan, ona rağmen ülkeyi yönetmek isteyen, milletin değerlerini, inançlarını, beklentilerini tehdit olarak algılayan her zihniyet kurucu ontolojiden sapmadır.
İkincisi İstiklâl-i Tam'dır. Yani tam bağımsızlık esas olup, Türkiye'yi herhangi bir gücün egemenliğine sokmaya çalışan, siyasi, askeri, ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan ülkeyi başkasına bağımlı hale getiren hareket ve zihniyet kurucu ontolojiden sapmadır.
Üçüncüsü Misak-ı Milli'dir. Yani millet sözleşmesi esastır. Milletin tarihteki yürüyüşüne gönüllü olarak katılan herkes bu millettendir. Türkiye, Türkiye'de yaşayan herkesindir. Bu anlamda "Türkiye milleti" bölünmez bir bütündür. Misak-ı milli'de geçtiği gibi, 1918 Mondros mütarekesi şartlarında işgal altında kalan topraklar dışında kalan tüm memalik-i Osmani'nin (Osmanlı memleketleri) ve anasır-ı İslam'ın (müslüman halklar) yaşadığı yerler tek bir bütün olup bölünemez. Bundan geriye gidiş de sapmadır. Örneğin bu bütünlüğün her hangi bir parçasının bölünmesini, ayrılmasını istemek ontolojiden sapma olarak görülmek durumundadır.. Sekiz maddelik Misak-i Milli’ye baktığımızda, şu anki Arap dünyası dışında kalan Müslüman Türklerin ve Müslüman Kürtlerin yaşadığı yerler ile, Ege’deki adalar, Trakya ve Kafkasya’nın bazı bölümlerinin Misak-ı Milli’ye dahil olduğu, “bölünmez bir bütün” ilen edilen yerlerin buralar olduğu görülür. Misak-ı Milli’de, “Mondros şartlarında işgal altında kalan topraklarda (Arap dünyası) yaşayan halklar ise Misak-i Milli'ye katılıp katılmama konusuna kendi hür iradeleri ile karar vereceklerdir” denir. Bu ise zımnen oraların da aslında Misak-ı Milli’ye dahil olduğu ve fakat işgal şartları sebebiyle zorunlu olarak terk edildiği sonucu çıkar. Şu halde Misak-ı Milli, sanıldığının aksine, şu anki Edirne ile Kars arası Türkiye haritasından çok daha geniş bir coğrafyadır.
Dördüncüsü Müdafa-ı Hukuk'tur. Yani hak, hukuk, adalet savunması esastır. Cumhuriyetin temelinde bunlar vardır. Her tür hak ihlali, hukuk dışılık ve adaletsizlik bir geriye ontolojiden sapmadır. Bunun devlet adına yapılması durumu değiştirmez. Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesi olarak kurulmuştur. İstiklal marşımıza göre bu milletin özgürlük ve bağımsızlık hakkıdır çünkü güce, paraya, sermayeye, silaha, devlete, çetelere değil hakka tapmaktadır. Bundan vazgeçtiği an özgürlüğünü ve bağımsızlığını kaybeder, köleliğe müstehak olur. Demek ki cumhuriyetin öngördüğü devlet harcında hakkın, hukukun bulunduğu gerçek bir “adalet devleti”dir. Aksi kurucu ontolijiden sapmadır.
Beşincisi Muasır medeniyettir. Yani bir çağdaş uygarlık yaratmak! Çağdaş uygarlığa "ulaşmak" veya "üzerine çıkmak" değil. Çünkü bu durumda dışarıda yaratılmış bir uygarlık var, o kesin doğru, biz ona ulaşacağız veya onun üzerine çıkacağız gibi oluyor. Oysa bunun doğrusu yerinde durarak bir çağdaş uygarlık yaratmaktır. İçeriden yenilenme stratejisi ile kendini boyuna yenilemektir. Anadolu’nun yaratıcı dehasını ortaya çıkarmaktır. Yeniliği ve uygarlığı kendi bağrından fışkırtıp çıkarmaktır. Gerçek anlamda adam olan ülkelerin yaptığı bundan başka bir şey değildir. Bu durumda başka bir zamandan veya mekandan uygarlık beklemek beyhude bir çabadır. Önceki çağlardan veya sonraki çağlardan medet ummak da haybeye kürek çekmektir. Doğrusu bizzat kendi çağında ve kendi dinamikleri ile uygarlaşmaktır. Kaldı ki bu potansiyel bu topraklarda vardır. M. Akif bunun yolunu İstiklal marşının ilk ve son kelimelerinde göstermiştir; korkmamak ve yalnızca hakka tapmak!
İşte bu ilke ve değerler doğrultusunda, aynı dönem içinde (1920-24) arasında beş büyük devrim gerçekleşmiştir. Bunlar, beş temel değer ve ilke ile ortaya konan “teorik” çerçevenin “pratiğe” aktarılması olup “kurucuyu ontolojiyi” tamamlarlar.
Bunlar da, TBMM’nin kuruluşu (1920), Teşkilat-ı Esasiye’nin ilanı (1921), saltanatın kaldırılması (1922), cumhuriyetin ilanı (1923) ve halifeliğin kaldırılmasıdır (1924). Bunlar temel ve büyük devrimler olup, kurucu ontolojinin pratiğe aktarılmasını ifade ederler. Bunlar dışındakiler ise dönemin hükümetlerince çıkarılmış bir takım kanun veya kanun hükmünde kararnameler olup “devrim” olarak görülemezler, tarihseldirler.
Şu an cumhuriyetin temel nitelikleri diye ortaya konan bir takım ilkeler ise CHP'nin altı okudur. 1928-1945 yılları arasında beş kez müdahele edilerek anayasaya sokulup "nitelik" haline getirilmişlerdir. Oysa bunlar bir parti proğramıdır. Tek parti döneminden kalmadır. CHP'nin ideolojisini ifade ederler ve CHP'ye iade edilmesi gerekir. Bunları CHP pir siyasi parti olarak savunabilir. Ama yukarıda saydıklarımız ideoloji değil ontolojidir.
İşte bu teorik yeniden inşaya “cumhuriyetin ontolojisi” diyoruz. Bu ontolojiyi en iyi ifade eden metin ise İstiklal Marşı’dır. Bu nedenle İstiklal Marşı’nın da teorik yeniden inşası kaçınılmazdır.
İSTİKLAL MARŞI
Her şeyden önce Türkiye’nin ruhu İstiklal Marşında tecelli ve temerküz eder. İstiklal Marşı’ında geçen temel değerler ise yurt (vatan), millet, ırk, hakka (Allah’a ve adalete) tapmak, istiklal (özgürlük ve bağımsızlık) gibi, bugün yeniden asli şekliyle anlaşılmasına şiddetle ihtiyaç duyulan kavramlardır.
Şimdi Akif’in bunlarla ne demek istediğini, kendi şiirlerinden örneklerle açıklayalım.
“Yurt” derken kastettiği “Edirne ile Kars” arası bugünkü Türkiye değildir. Bilakis bunu da içine alan daha geniş bir coğrafyadır. “Üçyüz elli milyon şu kadar can” derken bu coğrafyayı kasteder. Halbuki bunu söylediği tarihte Türkiye’nin nüfusu 13 milyondu. Onun zihin dünyasında yurdun, “üzerinde ebediyen ezan okunan her yer” olduğunu anlamak için fazla zorlanmaya gerek yok;
“Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli
Ebediyen yurdumun üstünde benim inlemeli”
Yine şu mısralar da onun yurt ve vatan derken nereleri kastettiğini gösterir.
“Bana siz alem-i İslam’ı sorun söyleyeyim
Çünkü hiçbir yeri yok gezmediğim, görmediğim
Uzak Doğu’dan alın, Uzak Batı’ya kadar
Müslüman yurdunu baştan başa kaç devrim var”
…
“Geçenler varsa İslam’ın şu çiğnenmiş diyarından
Şu yüzbinlerce yurdun kanlı, ekinsiz mezarından
Yürekler parçalar bir ağıt dinler geçilen yollarından
Bu matem, kimbilir kaç kırılmış kalbin tozundan
Savrulup taşmakta son ümidinin son budduasından
Vefasız yurt! Öz evladın için olsun, vefa yok mu?
Neden kalbin kararmış bin ocaktan bir ziya yok mu?
İlahî, kimsesizlikten bunaldım, tanıdık yok mu?
Vatansız, yersiz yurtsuz bir garibim…Sığınacak bir yer yok mu?
Bütün yokluk mu her yer? Bari “Yok” der bir seda yok mu?”
Peki, “O benim milletimindir ancak” veya “Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal” derken kastettiği “MİLLET” nedir?
Akif’in sürekli olarak ve ön eksiz kullandığı “MİLLET” , kendi tabirleri ile “Şu karşıdaki vahdeti tarumar etmek için”, “Medeniyet denilen kahpe”nin, “Şu vatansız derbederler ve alçak kundakçıların” karşısına dikilmiş ortak bir “sine”, bir “cephe”dir;
“Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa
Bu altımızda yerden bütün yanardağlar
Taşıp da kaplasa ufukları bir kızıl sarsar
Değil mi ki cephemizin sinesinde iman bir
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir
Değil mi ki koşan Çerkez’in, Laz’ın, Türk’ün
Arap’la, Kürt ile bakidir ittihadı bugün
Değil mi sine de birdir vuran yürek… Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz!
Şu karşımızdaki mahşer de böyle haşrolacak
Yakında kurtulacaktır bu cephe… Kurtulacak!”
Görüldüğü gibi M. Akif’in dünyasında “efrad-ı milletin” yani ortak “sinenin/cephenin” bir unsurunu diğerinde eritmenin/ asimile etmenin zerresi bile yoktur.
Bilakis dava, “MİLLET” adlı bu cepheye tarihi/ontolojik bir rol biçip, “tek dişi kalmış canavar” karşısında tahkim etmek, dağılmasını önlemek ve içindeki unsurlarını koruyup, iman, bilgi ve ahlak ile donatarak, musavat (eşitlik), tesanüd (dayanışma), hürriyet (özgürlük) ve adalet ile bir arada yaşatarak “ortak bir sineye” dönüştürmek ve buradan bir hamule (bilgi birikimi, kültürel birikim) çıkarmak ekseni üzerine kurulmuştur.
“Irk”tan kastettiği ise “etnik/biyolojik köken olarak Türk ırkı” değildir.
Irk kelimesi 1942 yılında Türk Dil Kurumu sözlüğüne girerek bugünkü anlamıyla kullanılmaya başlanmıştır. Bu tarihten önceki Osmanlıcadaki kullanımı bu manada değildir. Osmanlıcanın “vatan” gibi sonradan ideolojikleştirilmiş kelimelerinden birisidir. Vatan da önce “köyün meydanı” demekti ve genellikle köylüler kullanırdı. Sonradan Türkçü ideolojinin en temel kavramlarından birisi haline geldi. Irk da böyledir. Akif’in zihin dünyasında ırk, yakın ve uzak geçmişteki “ecdad” manasındadır. Nitekim ırk, ırak (uzak) ile aynı köktendir. “Kahraman ırk”tan “kahraman ecdad” ı kastettiği şu şiirlerinde apaçık görülür;
“İstemem dursun o bitmez böbürlenme bir yana
Gösterin ecdada az çok benzeyen bir kan bana
İsterim sizlerde görmek ırkınızdan yadigâr
Çok değil, ancak, necib evlada layık tek şiar
Varsa şayet, söyleyin, bir parçacık insâfınız
Böyle kansız mıydı-haşa-kahraman eslâfınız
Böyle düşmüş müydü herkes ayrılık sevdasına
Benzeyip şirazesiz bir müshafın parçalarına
Hiç görülmüş müydü olsun vahdet bağı parça parça
Böyle olmuş muydu millet can evinden paramparça
Kahraman ecdadınızdan sizde bir kan yok mudur?
Yoksa istikbalinizden korkulur, pek korkulur.!”
Peki, kahraman ecdad (ırk) içinde kimlerin olduğu bir “kök”tür? Akif’e göre bu ecdad (ırk) içinde bir Kürt olan Selahaddin’i Eyyubilerin de, Fatihlerin ve Osmanların da bulunduğu bir kök (ırk/uruk/ark)tır;
“Ne hüsrandır ki Şark’ın ben vefasız kansız evladı
Boydan boya çiğnettim de çıktım ecdadın toprağını
Hayalimden geçerken zihnim karmakarışık oldu
Selahaddin-i Eyyübi’lerin, Fatih’lerin yurdu
Ne zilletir ki çan inlesin beyninde Osman’ın
Ezan sussun, göklerden silinsin zikri Mevla’nın”
Şu mısralar da onun “ırk”tan “Türk ırkı”nı anlamadığını gösterir;
“Turan ili” namıyle bir efsane edindik
“Efsane fakat gaye” deyip az mı didindik
Kaç yurda veda etmedik artık bu uğurda
Elverdi gidenler acıyın eldeki yurda”
…
“Aynı milliyetin altında tutan İslam’ı
Temelinden yıkacak zelzele kavmiyettir
Bunu bir lahza unutmak ebedi haybettir
Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez
Son siyaset ise Türklük, o siyaset yürümez”
“Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım” diyerek bugün özgürlük ve bağımsızlık anlamına gelen “istiklal” karakterinden ne anladığını ise şu mısralarından anlarız;
“Doğduğumdan beridir aşığım istiklale
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale
Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum
Kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boynum”
“Hakka tapmak” ise onun lisanında Allah ve adalet manasındadır;
“Olur toplumun fertleri için şahsi menfaat mabud
Sorarsan kimse bilmez hak namına bir mevcud
O doymak bilmeyen mabuda kurbandır utanma hissi
Hizmet, insaniyet yüce duyguların hepsi
Bu hissizlikten toplum yaşar derlerse pek yanlış
Bir ümmet göster ölmüş maneviyatı ile sağ kalmış”
…
“Zulme tapmak, adaleti tepmek, hakka hiç aldırmamak;
Kendi asudeyse, dünya yansa, baş kaldırmamak;
Sözünde durmamak, yalan sözden çekinmemek
Kuvvetin meddahı olmak, acizi hiç söyletmemek
Mübtezel bir çok merasim; eğilip bükülmeler, yatmalar
Şaklabanlıklar, gösterişler, ardı ardına aldatmalar
Fırka, milliyet, lisan namıyla daim ayrılık
En samimi kimseler arasında ciddi açık
Enseden aslan kesilmek , cepheden yaltak kedi
Müslümanlık bizden evvel böyle bir zillet görmedi”
***
Görüldüğü gibi cumhuriyetin ontolojisi ile İstiklal Marşı arasında, İstiklal Marşı ile de Mehmet Akif’in ruh ve zihin dünyasında kopmaz bir bağ vardır. Biri diğerini teorik, diğeri öbürünü pratik olarak açıklamakta, şerh ve tefsir etmektedir.
Ancak ne var ki, nicedir bu bağ koparılmıştır. Bunun yeniden inşa edilmesi gerekmektedir. Bizim yorumlarımız ve yeniden inşa çabalarımız bu bağı kurmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Bu, en azından ülkemize, tarihimize, coğrafyamıza ve milletimize karşı bir sorumluluk olmak icap eder..
(Not: Şiirlerdeki sadeleştirmeler bana aittir. İE.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder