BAŞYAZI

İnsanlığın Vicdanı Allah'ın Şahidi


“Sana Gökler Krallığı’nın anahtarlarını vereceğim. Ve senin yeryüzünde bağladığın Gökte de bağlanacak ve senin yeryüzünde çözdüğün Gökte de çözülecek”.

İncil’e göre Hz. İsa Başhavari Peter’e bunu demiştir. Bu nedenle inanmış bir Hıristiyan için Peter’in şefaati ölürken en önemli şeydir, çünkü ruhun nihai kaderine o karar verecektir.

İslam’da ise Peter’in yetkisi tüm inananlar cemaatine tanınmıştır.
“Siz yeryüzünde Allah’ın şahitlerisiniz” demiştir İslam Peygamberi. Bunun içindir ki, bir Müslüman’ın cenazesi kalkarken tüm inananlardan şefaatleri dilenir; haklarını helal etmeleri istenir. Onlar “helal olsun” diyerek Allah’ın yeryüzünde şahitliğini yapmadıkça ölen kişinin akıbeti darda sayılır.

Hayatın ve varlığın bu nihai noktasında dahi karar hakkının din
ulularına, önde gelenlere, âlim ve fazıl kişilere, daha doğrusu
“elitlere” bırakılmamış olması, aksine tüm insanlara kişinin “akıbeti” üzerinde karar alma gücü tanınması çok manidar değil midir?

Nihai akıbetin insanlardan değil, bir din ulusundan sorulduğu Batı’da toplumdan kopuk bir kutsal amaç olabilir; toplum kendi rızası ve faydası hilafına dahi bunun için seferber edilebilir, yüz binler bir “kutsal dava” adına harcanabilir.

Yine insanların genelinin fayda ve rızası olmaksızın varlığı
delillendirilebilen doğrular olabilir Batılı kültür ikliminde.
İnsanların çoğunun fikri sorulmadan bir siyaset empoze edilebilir,
çoğunun zararına da olsa bir ekonomi politik hayata geçirilebilir,
bunlar için zor kullanılması da meşrudur, çünkü bunların doğruluğunun menşei toplumda ya da halkta değil başka bir yerdedir.
Ama buna rağmen, “20. Yüzyılın ve Modern Çağın Sonu” adlı eserinde Amerikalı çağdaş tarihçi John Lucacs, 1990–1995 yılları arasında Doğu Avrupa’da sosyalizmin çökmesiyle birden keskinleşen milliyetçi duygulara atıf yaparak, gittiği ülkelerin yeni türemiş milliyetçi muhafazakâr elitlerine şu soruyu sorduğunu söyler: “İyi bir milliyetçi olmanız nedeniyle öldüğünüzde Tanrı tarafından affedilecek ve Cennet’e girebilecek misiniz; ne dersiniz?” Lucacs sorusuna tatminkâr bir cevap
alamaz.

Lucacs aynı soruyu bizde sorsa acaba ne cevap alırdı? Belki Lucacs’ın sorusu daha da geliştirilebilir: “Doğu’yu birleştirecek bir büyük imparatorluk için insanların hayatlarını ve umutlarını harcamak, Allah Teala’nın rahmetine mazhar olmaya ve Cennet’e girmeye vesile midir?”

Biz, eğer inanmış insanlar isek ve “akıbetimiz” hakkındaki endişemiz bu temel inanç doğrularımızdan neşet ediyorsa, bilelim ki, bizim için insanların genelinin rıza ve faydasının hilafına hiçbir iş doğru olamaz.

Eğer ömrümüzün nihai hedefinin ve Dünya maceramızın hâsılasının ne olduğuna, ırkı, cinsiyeti, milleti, yaşadığı coğrafya ne olursa olsun tüm insanların verdiği hüküm ve gösterdiği rıza kuvvetli bir delil oluyorsa, o halde hayatımızın her adımı bu rızaya muvafık geçmelidir.

Büyük bir siyasal lider, büyük bir iktisatçı, büyük bir
mütefekkir-filozof olsak da, insanların çoğunu göz ardı edecek, rızalarını sormayacak bir siyaset, bir ekonomi, bir toplumsal felsefe düşünemez ve uygulayamayız.

Fikirde, sözde ve işte “postmodern” adı altında sürmekte olan çağdaş kafa karışıklığı içinde biz toplumcu olmak, birleştirici olmak, zorlamamak, karşılıklı rızaya güvenmek, herkesin fayda ve mutluluğunu düşünmek zorundayız. İşte bize yol gösteren sağlam bir rehber!

Çünkü bunlardan öte doğrular, bunların hilafına büyüklük, şan, şöhret ve devlet yoktur. Bunlar Şeytan’ın insana hoş ve süslü gösterdiği şeylerdir.

O halde siyasette, iktisatta ve toplumsal olanda tercih elitler ya da halk kitleleri arasındadır. Kavga kimin sözünün geçeceği, kimin sözünün iktidar olacağı üzerinedir: Elitler mi, yoksa tüm insanlar mı?

Bu kavgada “iktidar Tanrı’nındır” demek, yüce Tanrı bizzat gökten inip idareyi eline almadıkça fazlaca bir şey söylemiş olmak anlamına gelmez. Zaten Kâinat’ın idaresi O’nun elindedir ve O’na inanan hiç kimsenin bu konuda bir şüphesi yoktur.

Yok, eğer bu söz toplumsal iktidar manasında söylenmişse düşünelim: Yüce Allah kimleri yeryüzünde şahitleri ve dolayısıyla vekilleri yapmıştır? Elitler mi, ya da tüm insanlar, dolayısıyla tüm millet mi?

Ve tercihimizi doğru yapalım.
Çünkü yaptığımız her şey için bir gün o seng-i musallada, gücüne, itibarına, sosyal statüsüne, maaşına bakılmaksızın “tüm insanlara” ynı soru sorulacaktır: “Ey cemaat bu merhuma hakkınızı helal ediyor usunuz?”

Mart-Nisan 2007