Türkiye'nin Değişimi

Son bir asırda Türkiye’de yaşanan süreç, tüm kesimlerde köklü değişimlere yol açtı. Gerek değişimin hızı gerekse de mahiyeti, öylesine sarsıcı oldu ki, meseleyi anlamlandırmada zorluk yaşanıyor. Bu yüzden, bir kimlik bunalımından söz edenlere de rastlamak mümkün, tarihsel bir fırsat yakalandığını söyleyenlere de.

Daha XIX. yüzyılda yaşanan durumu anlamlandırma süreci devam ederken, II. Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan küresel bağlam değişikliği yepyeni bir durumla karşı karşıya bıraktı hepimizi. Ve ne yazık ki, biz bu tarihsel değişmeyi hala yerli yerine oturamamanın yol açtığı sorunlarla boğuşmaya devam ediyoruz.

Hatırlanacağı gibi, XIX. Yüzyılla birlikte Batı eksenli bir pozitivist saldırı ile karşı karşıya kalmıştı insanlık. Bir yandan doğrudan işgalin doğurduğu sorunlar, öbür yandan da bu işgal durumuna sebep olan gücün ve zaafın sebepleri üzerine düşünmeye başlayan Müslümanlar, önceliklerini bu sorunun doğurduğu gündemler dolayımından oluşturmak zorunda kalmışlardı. Binaenaleyh, kaynaklara dönüş başlığında yapılan usuli tartışmalar da siyasete ve sosyolojik değişkenlere ilişkin gündemler de sözü geçen zeminden bağımsız anlaşılamaz.

Bu dönemin en önemli tartışmaları, “işgal ve parçalanma” olgusu ile “bizim değerlerimizin kifayeti meselesi” etrafında şekillenmişti. Batı’da yaşanan ‘büyük dönüşüm’ün arka planında yatan “pozitivizmi anlamlandırma” ve buna karşı hangi imkânlar ile “mukavemet” edilebileceğine ilişkin tartışmaların künhü bu minvalde ele alınmalıdır.

Pozitivizm de kadim bilgilerde olduğu gibi “tek hakikat”e inanmaktaydı; bu hakikat ise modern bilginin yöntemi olan “deney”le elde edilen bilgiydi. İnsan merkezli değerler üzerinden siyaseti de şekillendiren bu zihniyet, yegâne bilgi olarak “pozitif bilgi”yi görmekte, din ve felsefe başta olmak üzere kadim tüm bilgi türlerini “geri” bir aklın ürünü olarak tanımlamaktaydı.

Keza, bu bilgi insana ‘hikmet’i değil ‘güç’ü devşirme imkânı verecekti. Öyle de oldu. Batı gücü elde etti. Eşyayı denetleme imkânına her zamankinden çok daha büyük boyutlarda ulaştı. İşte hikmetini yitiren bu güç, dünya dengelerini değiştiren işgalleri, ölümleri ve çatışmaları da beraberinde getiren ana sebeptir.

Hemen tüm dünyayı sarsan Batı yayılmacılığı ve işbirlikçilik olgusu ile birlikte, mevcut durumu anlamlandırma ve bu durumdan bir çıkış yolu bulma gayretlerinin artması arasında doğrudan bir ilişki var. Buna bağlı olarak bir yandan pozitif bilim, hümanizm gibi Batı’yı Batı yapan olgularla, bir yandan da kendi durumunu yeniden anlamlandır-manın gereği olarak dinin hakikati ifade edip edemeyeceği, dini bilginin sıhhati, bilim- din ilişkisi, tarih tasavvurunu yeniden şekillendirme, iktidarın dönüşümü ile yaşanan iç siyasi ihtilaflar dönemin en önemli düşünce gündemleri haline geldi.

Bu sorunu en can yakıcı şekilde yaşayanların Müslümanlar olması anlaşılabilir bir durumdur. Hem dünya sistemini şekillendirmeye olan tarihsel etkileri, hem de zihin dünyası olarak yeni durum karşısında en direngen muhalefetin Müslümanlardan gelmesi bu durumun en önemli sebebidir. Keza, pozitivist Batı’nın işgallerinden sonra en büyük kaybı da Müslümanlar yaşamıştı. XIX. Yüzyılın yarısında kaybedilen toprak parçasının bir milyon üçyüzbin kilometre kareden fazla olduğunu düşünmek bile olayın vehametini göstermeye yeter. Buna bir de iç iktidar çatışmalarını ve rejim değişikliklerini ekleyince durumu tahayyül etmek bile zorlaşmaktadır. Lakin durum budur ve bu durumdan bir hal çaresi üretme gereği, dönemin vicdan ve irfan sahiplerini harekete geçirdiği gibi fırsattan istifade etmek isteyenleri de durumdan vazife çıkarmak fırsatı ile karşı karşıya getirdi.

1950’lere kadar yaşanan sancılı süreç bu tarihsel akışın ardılıdır.

Ne var ki, II. Dünya Savaşı ile dünya hem askeri, hem siyasi hem de paradigmal olarak bir eksen değişikliği yaşamıştır. Tarihe yeni katılan ABD, mevcut durumdan en kârlı çıkan ülkedir. Dünya dengeleri içerisinde belirleyici bir aktör olarak tarih sahnesine çıkan ABD, “pragmatik felsefe” siyle de insanlığı yeni bir zihni durumla karşı karşıya getirdi. Elbette bu zihni durum salt bir felsefi sistem olarak değil, bundan daha önce bir iktisadi ve siyasi sistem olarak dikkatlerimize sunuldu. Öncelikle bu alanlarda yaşanan somut sorunlar, hepimizi yeni bir siyasi ve iktisadi algılayışla yüzleştirdi. Buna bağlı olarak iktisadi ve siyasi kurumlar yeniden yapılandırıldı. Önce BM ardından NATO ile askeri ve siyasi, Dünya Bankası ve İMF ile de iktisadi bir kuşatmayı gözlemlemek zor olmadı. Farkına geç varılan esas dönüşüm ise, zihniyet dünyasında yaşanan kuşatmayla yaşandı.

Nitekim ABD öncelikle iki şey demektir bugün: Birincisi askeri güç, ikincisi de kültür endüstrisi ihraç eden değerler.

Sanat olarak hemen her alanda ama öncelikle de sinemada bir ABD işgali ile karşı karşıya olduğumuz ortada. Espri anlayışımızdan aile düzenimize, tüketim nesnelerimizden alışveriş merkezlerimize Amerikanvari bir ülke haline geliyoruz. Yıllardır ABD “rüyalar ülkesi” olarak sunuluyor insanımıza. Türkiye’yi “küçük Amerika” yapma vaatleri ile siyaset yapanların rağbet gördüğü bir ülke oldu burası.

Tüm bunlara bir de NATO konsepti ile siyaseti ve tüm iç kurumsal süreçleri şekillenen bir ülke olduğumuz gerçeği eklenince durum daha da karmaşık bir kuşatmaya dönüşmüş oldu.

1970’lerin Türkiyesi anti-komünist bir öncelikle, 80’lerin Türkiyesi ise yükselen İslamcı dalgayı durdurmayı önceleyen bir çerçeve ile sarmalanmış buldu kendini. Siyasetten eğitim yapılanmasına, ekonomik sisteminde yaşanan düzenlemelerden uluslar arası zeminlerdeki önceliklerine tüm yaşananlar bu sarmalla yakından ilişkilidir.

1990’ların başlarından itibaren ise, “İslamcı tehdit” önceliği ile yeniden yapılandırılan ve ABD öncülüğünde küresel operasyonlar gerçekleştiren NATO’nun bir üyesi olarak Türkiye’ye yeni roller biçildi. 28 Şubat 1997 ‘post- modern darbe’si ile “balans ayarı” yaptırılan Türkiye’de anayasal, askeri, idari ve eğitsel bir dizi düzenleme yapılarak memleket stabilize edildi. Hemen tüm muhalif mihrakların ama ille de “yerli” tüm seslerin soluğunun kesildiği bir ülke haline getirildi ülke. Ardından bölgesel operasyonlarda askeri bir partner rolü verildi. Şimdilerde ise, bölgesel bir büyük düzenlemenin “model ülke”si olarak pazarlanmaya çalışılan bir Türkiye ile karşı karşıya bulunuyoruz. Kaynakları ve insan unsuru dış müdahalelerle şekillendirilen bir ülkenin insanının nasıl bir buhran ve anaforda olacağı öngörülemez bir durum değil. Dün anti-komünist blokta sınır ülke olarak“Müslüman”lığından istifade edilen Türkiye’nin bugün de “demokrasi”sinden ve “ılımlı İslam”lığından istifade etmek istenmektedir. Buradan kalkarak şu öngörüde bulunmak kehanet sayılmaz: Eğitimden iktisada, diyanetin yeniden yapılandırılmasından bölgesel gerilimlere bir yeniden yapılandırma ve/yahut tahkimat ile karşı karşıya geleceğiz demektir.

Tarihi ve dini asliyetini hatırlayarak yeni bir siyaset gütmek isteyeninden, ulusal bağımsızlık ekseninde siyaset yapmaya yeltenenine değin hemen her kesimin atacağı adımı bu zaviyeden kalkarak bir daha değerlendirmesinde fayda var.

Vahdettin IŞIK

Hiç yorum yok: