BEŞ YILIN ENVANTERİ II:2004-2006 Başyazılar

(20) Ocak 2004
Politika, güvenlik ve kimlik bunalımı sarmalında BATILILAŞMA KRİZİ
Batılılaşmanın sonu, Modernleşmenin Başlangıcı

Türkiye bütün krizleri bir anda yaşamaya başladı. Ekonomide bunalım devam ederken, bölgedeki gelişmelerden kaynaklanan güvenlik riskleri giderek artıyor. Dış politika da sıcak ve hareketli günlere tanık olunurken, Türkiye’nin dünyadaki yeri ve rolüyle ilgili çekişme ve çatışmanın da arttığı görülüyor…

Batılılaşmanın Türkiye’yi bir yere getirmediği, sorunlarını çözmediği, aksine artırdığı ve yoğunlaştırdığı her geçen gün biraz daha gün yüzüne çıkıyor. Batılılaşmanın sonuna yaklaşılmasından kaynaklanan belirsizlik ve panik havası gözle görülüyor. Türkiye, anlayış ve paradigma değiştirmenin eşiğinde. Kurtuluş ve ümit görülen batı, tehdit ve riske dönüşmek üzere. Türkiye’nin batılılaşmadan kazançları, kayıplarının yanında devede kulak misali kalıyor. Türkiye, açık ve giderek daralan bir batı kuşatmasıyla sarılıyor…

Mazi, bugüne ders ve kılavuzdur. Batılılaşma, Türkiye’yi yabancılaştırmış, köreltmiş, toplumsal enerjisini bitirmiş ve getirip bunalım ve buhranların ortasına atmıştır. Batılılaşmadan Türk milletinin sağladığı fayda yok dense yeridir. Türkiye ve Türk milleti, batılılaşmanın açık mağdurudur…

Batılılaşmanın sonunun göründüğü yerde Türkiye, gerçek ve yaratıcı modernleşmesine başlamak için yeni bir fırsata sahiptir. Hakiki ‘Türk Modernleşmesini’, yeniden, kaldığı yerden ve demokratik tarzda hayata geçirmek için stratejiler ve projeler geliştirmenin vaktidir. Kaderimiz ve istikbalimiz muhayyel ve meşkuk bir AB hülyasına kurban edilemez. Batılılaşma nasıl Türkiye’nin ve milli varlığın inkarı ve bastırılmasıyla yürüdüyse, Türk/Türkiye Modernleşmesi, Türkiye’nin varlığına güven, milletin aklı, gücü ve yeteneklerine dayanmak ve inanmakla yolunu açacaktır… Kaderinin efendisi olmayı seçen millet evlatlarının vazifesi, Türkiye’nin, Cumhuriyet kuruluş hedefleri ve milletin değerleri temelinde yeniden inşasına başlamaktır.

Batılılaşma bitmiştir. Milli ve Demokratik Modernleşme Yoldadır.

(21) Şubat 2004
Türkiye’nin büyük çözümü: Tarihi, milleti ve coğrafyasıyla barışık
DEMOKRATIK CUMHURIYET
Cumhuriyetin temeli, milletin kayıtsız şartsız hakimiyetidir

Laiklik, irtica, geri kalmışlık, modernleşme, ABD ile ilişkiler, AB üyeliği, üst kimlikler ile alt kimliklerin ilişkisi gibi çözüme kavuşmayan çok sayıda yapısal probleme sahibiz. Bu problemlerimizi akıl, sağduyu ve diyalog içinde hal etmek yerine aynı başlıkları taşıyan konularla birbirimizle kapışıp duruyoruz… Güncel politikanın mevzi kapma ve genişletme yarışları içinde devletin, siyasetin ve toplumun temel niteliklerini dayanak haline getirmek, buralarda mevziler oluşturmak hastalığı Türkiye siyasetinin tedavisi zor hastalıklarından birisidir... Türkiye’nin sağcı muhafazakarları da (!), solcu ilericileri de (!) Türkiye’nin kolektif değerlerini aralarında bölüşmüş ve tapulu malları haline getirmiş ve siyasetin kumar masasına hiç düşünmeden sürmüşlerdir.

Cumhuriyeti … milletin tepesinde demoklesin kılıcı gibi sallayan, farklı görüş ve düşünceleri hemen cumhuriyet düşmanlığıyla damgalayan, cumhuriyet üzerinden imtiyaz ve ayrıcalık devşiren öyle bir dar çevre vardır ki, oligarşi diye tarif edilmeyi hak etmektedirler. Milletin hakimiyetinin tesisi prensibiyle kurulan cumhuriyeti, demokratik ve halkçı niteliğinden uzaklaştıran, yeniden ‘Tanzimatçı’ çizgiye taşıyan, Türkiye’yi kuran ‘büyük mutabakatı’ bozan bu ‘oligarşik cumhuriyetçilerdir’… Cumhuriyet, bu milletin mukaddesleri arasındadır. Dini, tarihi ve milleti ile cumhuriyet arasına yerleştirilen mayınları temizlemek, bu ülke aydınlarının en büyük görevidir. Cumhuriyeti, oligarşik yapılardan temizlemek, hakimiyeti milliye ilkesiyle yeniden ve demokratik bir cumhuriyeti kurmak vazgeçilmez bir ödevdir.

(22) Mart 2004
Türkiye İçin Ortak Ülkü, Büyük Sentez
YENI TARZ-I SIYASET

Yüzbinleri arkasından sürükleyen, yüksek bir politik eylemlilik yaratan ‘anlatılar’, arkasında acı, keder, ihanet, küskünlük ve binlerce kayıp canlar bırakarak sahneden çekildi. Meydan oligarşinin gizli ideolojisi, batıcılığın yeni yüzü olan ‘neo-liberal’ masallara kaldı. Yenilen Türkiye idi. Kazanan yine sistem güçleri ve işbirlikçisi oligarşi. Türkiye’nin trajedisi üzerine, küreselciliğin başarı hikayesi yazıldı... Çatışmacı bir karakter kazanacak şekilde politik uçları sivriltildi. Türkçülük, ‘Tabii Türklük’ ve kapsayıcılık vasfından, İslamcılık, ‘Tabii Müslümanlık’ ve ahlak nosyonundan koparıldı. Yerli ve milli unsurları tasfiye edilen Sol, batıcılığın ‘milli olana’ saldırısının ‘öncü kuvveti’ haline getirildi… Sevgiyle ellerini birbine uzatmak yerine, düşmanlık ve nefretlerini birbirlerinin üzerine boca ederek, ‘sistem güçlerinin’ rahatça at koşturmalarına vesile olacak şekilde sahayı savaş alanına çevirdiler. Anarşi ve kardeş kavgasına son verme gerekçesiyle, her zaman yaptıkları gibi ‘darbeciler’ de, kapıyı ardına kadar açarak ‘emperyalizmi’ güle oynaya içeriye buyur ettiler. ‘sistem güçlerine’ hizmetlerinin karşılığı olarak da sayfiyelerde asude bir hayat sürdüler… Tehlikeleri göğüslemek, def etmek, onurlu müreffeh, özgür ve kardeşçe bir hayata sahip olmak için Türkiye’ye yeni bir anlayış, yeni bir tarz-ı siyaset lazımdır. Yarın Dergisi olarak bizler, yeni ‘tarz-ı siyasetin’ umdelerinin; YURTSEVERLİK, YURTTAŞLIK, DEMOKRATİK MEŞRUİYETÇİLİK VE BÜYÜK AVRASYA PROJESİ olduğunu düşünüyor ve fikirlerimizi, kaygı ve umutlarımızı tartışmaya açıyoruz.

(23) Nisan 2004
Yeni Emperyalizm ve Bölge Barışı “THE BÜYÜK ORTADOĞU”
Özgürlük ithal edilmez; yaratılır!

İnsan hakları, demokrasi, kadın hakları, özgürlükler, ekonomik gelişme, kötü yönetim, kötü muamele, despotizm… İslam Dünyasının problemlerini yazın dense, hemen akla gelen başlıklar bunlar. Her birisini tek tek alıp üstesinden gelmek de, çözmek de kolay değil bu sorunların. Zira çözümler, dünyaya, insana, topluma, tarihe yeni bir pencereden bakmayı gerektiriyor. Böyle yeni bir bakış açısını yerleştirmek için de, zihniyetler, gelenekler ve teoloji düzeyinde sarsıcı muhasebeye, hesaplaşmalara girişilmeli… Sorunlar önce teori ve akıl düzeyinde kavranmalı ve bilince çıkartılmalı ki, muhasebenin vardığı sonuçlar toplumsal pratiğe aktarılabilsin. Asırlar var ki, bu coğrafyanın haysiyet, feraset ve bilgi sahibi beyinleri bu yeniden dirilmenin ve ihyanın sancısını çektiler. Ama çok değişik sebeplerle bu mücadeleler zaferle taçlanmadı. Sahici ve ‘kendi dinamikleriyle’ değişme ve yenilenme ‘davası’ başarılamadığı gibi, ‘değişim açığı’, batının bu coğrafyaya karşı kullandığı politik bir silaha dönüştü… Batı şimdi bu koca coğrafya, muazzam insan kütlesinin karşısına ‘Büyük Ortadoğu’ adıyla başka bir ‘sahte değişim’ projesiyle çıkıyor. ABD yönetimi Fas’tan Afganistan’a geniş İslam kuşağında demokrasiyi, insan haklarını, siyasi katılımı, refahın artmasını destekleyeceğini söylüyor. Tam da Müslüman dünyanın nasırının üstüne basıyor. Projenin şimdiden çok sayıda ‘müşterisi’ çıkmaya başladı… Büyük Ortadoğu adıyla ortaya atılan projenin ve dolayısıyla ABD’nin politikalarının en temel zaafı ‘hakimiyet ihtiyacı’ ile ‘demokrasi vaadi’ arasındaki çelişkidir ve bu çelişki ABD açısından çözümsüzdür. ABD, hakimiyetin peşindedir. Bu nedenle demokrasi ve özgürlük vaatleri, kuzuya anlatılan kurt masallarıdır.

Türkiye, var oluşunun bedelini ödemiş, iç imkanlarıyla azımsanmayacak ölçüde değişebilmiş, sorunlarına rağmen demokrasisini kurabilmiş nadir İslam ülkesidir. Bu yöndeki değişim ve gelişimini batılıların himmetine değil, batıyla kavgasına borçludur. Kendisi olmak ve var kalmak için ödediği bedeller, bu bedeller karşılığında eline geçirdiği ‘karar verme’ hakkıdır, Türkiye’yi nev-i şahsına münhasır kılan… Öte yandan ‘özgürlük’, var olma şuurudur. Bu şuurdan mahrum olanların özgürlüğünden söz edilemez. Özgürlük ve demokrasi, alınır, satılır, ithal ve ihraç edilir, projelendirilir ‘metalar’ değildir. Tarihin, toplumun ve insanın etik ve özgürlükçü kavranışından neşet eder ve var oluşun derin bilinciyle meydana gelirler… İslam dünyasında ‘demokrasi ve özgürlük açığının’ bulunduğu doğru ve acı bir vak’adır. Ama bu açık, bölge ülkelerinin ve halklarının aklı, çalışması, eylemi ve işbirliğiyle kapatılmalıdır. Bölge eksenli ve bölge halklarının inisiyatifindeki her özgürleşme çabası ve projesine ‘evet’, ithal özgürlük projelerine ‘hayır’, demeliyiz.

Özgürlüğümüz, ancak bizim elimizdedir. Kaderimizin efendisi olmaktan bizi kimse alıkoyamaz.

(24) Mayıs 2004
Evrensel Barış ve Güvenlik İçin ÇOK KUTUPLU DÜNYA VE AVRASYA SEÇENEĞİ
Kapitalist Saldırganlığa Karşı Barışın Jeopolitiği

Kapitalizm ve kapitalist dünya sistemi insanlığa kan, göz yaşı, soykırımlar, acı ve hayal kırıklarından başka bir şey vermedi. Dünyanın birkaç kapitalist ülkesinin halkları, dünyanın geri kalan çoğunluğunun kaynaklarını, enerjilerini, birikimlerini zorla veya gizli sömürü mekanizmalarıyla temellük ettiler, refahlarını ve mutluluklarını bu çoğunluğun eziyeti üzerine kurdular. Sadece bu değil. Aynı zamanda sömürgeci güçlerin kendi aralarındaki daha çok talan için hegemonya çatışması, dünya savaşlarına yol açtı… Bugün yeni bir hegemonyacı kapitalist çatışmaya ve dolayısıyla yeni bir küresel kaosa tanık olmaktayız… Avrasya’nın dayanışmacı, paylaşımcı, mütevekkil değer dünyası, insanın içindeki ihtiras, bencillik ve kötülüğün örgütlenmiş hali olarak kapitalist paradigmanın aşılmasına da yönelecektir insanlığın geleceği ve selameti bakımından bireycilik ve toplumculuğu sentezleyecek, bireyi topluma boğdurmayan, öte taraftan mensubiyeti ve tesanütü budamayan, bireyin kişiliği ve özgürlüğüne dayalı yeni bir ontoloji tasavvurunun üretilmesinde Avrasya milletlerinin değerleri ve tecrübeleri son derece müsaittir. İnsanlığın bu krizi, ne batıda ne doğuda çözülemez, ancak Avrasya’da çözülebilir. İnsanlık, batı bireyciliğinin yarattığı bencillik ve tüketimciliğin elinde bugüne kadar yaşanan sömürgeci felaketler bir yana, hızla küresel bir çevre felaketine sürüklenmektedir… Avrasyacı perspektif Türkiye’nin bağımsız ve kendi aklıyla düşünebilme yetisini yeniden kazanmasını sağlayacağı gibi, dünyaya alternatif bakış açıları sunabilmesi için yeni bir zihinsel sıçrama yapmasının da kapısını açacaktır.

(25) Haziran 2004
İnsanlığın ve İslam dünyasının derinleşen krizine karşı HEM AHLAK HEM ÖZGÜRLÜK
Yozlaşma ve Yenilgiye Karşı Özgürlükçü Ahlak

İslam Dünyası yolsuzluk, yoksulluk, rüşvet, insan hakları ve düşünce ihlalleri vs. gibi sayısız sosyal, ekonomik, kültürel, dini entelektüel problemin batağında debelenip duruyor. Bu problemler, bir yandan bugün bölgeye müdahale ve işgalin gerekçesi ve meşrulaştırma aracına dönüşüyor, diğer yandan bu problemlerin, birkaç asırdır batı emperyalizminin bu geniş coğrafyada açık ve gizli sömürü ve kontrolünden beslendiği gözlerden kaçırılıyor… İslam Dünyasının acı gerçekleri olan demokrasi ve özgürlük yokluğu, ekonomik, sosyal ve kültürel gerilik ve sorunlar vb. her türden toplumsal ve politik melanet, bu coğrafya ve inanç dünyasının halklarının, aydınlarının, siyasetçilerinin, esnafları ve çiftçilerinin vs. aklı, çalışması ve elbirliğiyle ortadan kalkabilir. Bu konuda batıdan medet umanlar, kurtarıcının tecavüzcü olduğunu Irak’ta gözleriyle görmüş olmalılar ve böyle giderse daha başka şekillerde de göreceklerdir… Büyük Ortadoğu Projesiyle bize özgürlük, demokrasi ve insan hakları vaat eden batılılar, hem bölge devletlerinin kendi araçları olarak işlevini kaybetmesi hem de kapitalizmin derinleşen yapısal iç krizlerinin itmesiyle İslam Dünyasının mülküne el koymak için gelmektedirler. Zaten mülksüz olan bizim toplumlarımızı daha da ‘mülksüzleştirmek’ amacındadırlar. Hem kendi devletçi mülkiyet ve üretim ilişkileri, hem batı emperyalizminin işgal ve müdahaleleri nedeniyle kendi kaderlerini, kendilerine dayanarak kuramayan, bilinç ve düşünce sıçraması yapamayan toplumlarımız, özgür, eşitlikçi, adil, dayanışmacı yeni ve doğru bir toplumsal ahlak ve bunun üzerinden aynı temellerde ‘çağdaşlıklarını’ yaratma şanslarını hepten kaybedeceklerdir. Özgürlük vaat edenlerin, bize insan bile değil, köle olarak baktıklarını görelim.

İnsanın Allah’la özgür, sevgi ve muhabbet dolu ve doğrudan, aracısız ilişkisini tarihe devrimci bir nefes olarak üfleyen yüce dinimizin, ne despotik, kapalı, gerici tarihsel teolojiyle ve bunun üzerine oturan din bezirganlarıyla, ne de işgalci kayıkçılarıyla işi olamaz. İslam’ın, tarihte ve toplumda üstlendiği biricik ve temel rolü, kula kulluğu yıkmak, insanın, Allah’la özgür ve sevgi dolu, bilince kapı açan takva ve ahseni takvim yolunu göstermektir.

(27-28) Temmuz-Ağustos 2004
Gizli İktidarlara Karşı Milletin İktidarı
Gerçek Sorun Etnopolitik Kimlikler Değil, Oligarşi-Millet Çelişkisidir

Türkiye, Cumhuriyet tarihinin erken bir döneminde imtiyazlar, ayrıcalıklar ülkesi haline getirildi. Değişik kapalı asabiye ve ilişkilere bağlı oligarşik bir yapılanma doğdu. Demokrasiye geçmek de bu imtiyazları ortadan kaldıramadı. Ayrıcalıklar, demokrasi içinde son bulmadı, tersine daha da derinleşti. Bu nedenle Türkiye demokrasisi yüzeysel kaldı. Demokrasinin gelişim süreci üzerinde dış etkilerin belirleyiciliği arttı. Türkiye’nin bundan sonraki yolu ve büyük çözümü demokrasiyi vesayet ve imtiyazlardan tamamen temizlemek, milletin hakimiyetini hiçbir şüphe ve tartışmaya mahal bırakmadan yerleştirmek olmalıdır. Milletinin güçlü ve katılımcı desteğinden mahrum kalan ve bu nedenle kökleşemeyen demokratik düzen ve işleyiş kolayca yolundan saptırılabilmektedir. Milletin özgürleşmesi ve zenginleşmesine hizmet etmesi gereken bu düzen içinde dünya sisteminin iç ve dış aktörleri kendilerine kolayca yer bulabilmektedir. Demokrasi, Türkiye’nin bağımlılaşma ve sömürgeleşme sürecine engel olamadığı gibi, kolaylaştırıcı da olabilmektedir.

Bu bağlamda Türk demokrasisi, ‘demokratikleşmeli’, milletinin öncelikleri ve gücüyle yeni baştan inşa edilmelidir. Öyleyse bugün, her şeyden çok derinleşmiş ve gerçek bir demokrasiye ihtiyacımız vardır… Bu çerçevede Cumhuriyeti kuran yurtseverliğe yeniden sıkıca sarılmalıyız. Türklüğe karşı da kullanılan oligarşinin örtülü nasyonalizminden kurtulmak, yurtsever bir anlayış ve ruhu sahiplenmek için fazla zamanımız kalmadı… Gerçek demokrasi ve açık toplum olmak için Türkiye, yurtseverliğe dönmeli ve her türlü imtiyaz, ayrıcalık ve kapalı grup dinamiğini yok etmek için ‘yurttaşı’ inşa etmelidir… Türkiye’de bugün, düşman, tabii haliyle ne Kürtlük, ne dönmelik ne de başka bir şeydir. Kaldı ki Türklük bile tabii halinden soyularak oligarşinin elinde ülkemiz ve milletimize karşı kullanılabilmiştir ve bu tehlike halen varittir. Bu durumda düşman, ekonomi, siyaset, medya, düşünce hayatında emperyalizmin işbirlikçisi olan oligarşidir ve çelişki, millet-oligarşi çelişkisidir. İnsanımızı, yanlış ve sahte düşmanlar haline getirip kardeş kavgasına sokmak isteyenlerin, emperyalist işbirlikçilerinin heveslerini kursaklarında bırakmalıyız.

(29) Eylül 2004
Demokratik Devrimin Temeli, Yurtseverliktir

… Türkiye, eksileri yanında, küçümsenmeyecek artılara sahip.

Ancak potansiyel gücü ve kazanımları, içine itilmek istendiği kaosu bertaraf edebilecek mi, burası soru işareti… Bölgemize ve ülkemize kaos ve tükeniş dayatanlara karşı aklımızı netleştirmeliyiz. Milli ve yerli hayat damarlarımıza can suyu vermeliyiz. Milli heyecanın ateşini harlamalıyız. Paylaşmayı, kardeşliği, dostluğu tazelemeliyiz. Aramızda sevgi ve selamı yaymalıyız.

Bu nasıl olacak? Basit görünen bir soruya, kalıcı ve toplumca paylaştığımız bir cevap vermekle olacak. Soru şudur: Toplumca, biz kimiz, ne olmak ve ne yapmak istiyoruz?

Batıcılık ve nasyonalist politikalar, bu milletin varlığını algılamasını, kimliğini geliştirmesini hem engelledi, hem geciktirdi. Milletin bağrından kopan nehirler, denize ulaşamadan kurutuldu.

Türkiye, imparatorluk mirasına sahiptir. Osmanlı okyanusu, çekilerek Türkiye denizi haline geldi. Bu nedenle Türkiye’nin kimyası çok zengin, çok renkli ve çok yaratıcı bir kimyadır. Küresel baronların bu kimyadan ödleri kopmaktadır. Türkiye adındaki bu zengin tarihsel-toplumsal var oluşu kendi emelleri için kullana kullana tüketmeyi planlamaktadırlar. Kendi başına bir güç merkezi haline dönmesinden ise, ürperiyorlar. Çünkü bu deniz, bir okyanusa dönerek, küresel baronların çıkarlarını yerle bir edebilir.

Türkiye, bu vatanda yaşayan herkesindir. Tarihsel olarak bu vatanda, geniş Osmanlı coğrafyasındaki her halkın emeği, çilesi ve kanı vardır. Bu topraklar, hiçbir zaman homojen ve yalınkat olmadı, bundan sonra da olmayacak. Bütün mesele, bu toprakların enerji ve birikimini harekete geçirebilmektedir. Bu toprakların evlatları, kendi elbiselerini kendileri biçtiklerinde işler yoluna girecek. Ama bunun da bir bedeli var. Bu bedel ödenecektir…Türkiye, toparlandığımız son kalemizdir. Bizler, kanları, canları ve mücadelesiyle bu toprağı vatan yapmış bir milletin ahfadıyız. Bizi bir, tek iman, tek ruh ve tek gönül kılan, her şeyimizin birbirine karıştığı bu kavgadır. Burada ve buralı olmak için az cefa çekmedik. Öyleyse bizi, birbirimize bağlayan vatan sevgisi, bu toprakların aşkıdır. Bu duygudur, bizi millet yapan. Anadolu, esenliğin yurdudur. Yurt sevgisini, vatan aşkını yeniden hatırlamalı ve yeniden ateşlemeliyiz. Yurtseverlik, bizi birbirimize ve bu topraklara kopmaz şekilde bağlamıştır. Bize dayatılan kaosu da, bin bir komployu da, yurtsever bir bilinçle ve buradan beslenen bir sevgiyle kucaklamakla bozabiliriz.

(30) Ekim 2004
Aşırı Kurnazlık, Zekanın Engelidir!

1995’lerden başlayarak Endonezya, Malezya, Tayvan, Güney Kore, Arjantin, Meksika, Bolivya, Peru ilh. ekonomilerinin çöküşüne IMF politikaları yolaçmış iken, birkaç yıl önce Afrika’yı kasıp kavurmuş Hutu -Tutsi çatışmasında 1 milyon suçsuz insanın ölümüne, IMF’nin, tüm kırsal sübvansiyonları ve köylü desteklerini kaldıran, böylece birçok Afrika ülkesinde merkez ile periferinin arasını açan "liberalleşme" zorlamalarının yolaçtığı iddialarını biryana bırakıyoruz. Hastanızı teslim etmekten çekineceğiniz bir doktora en aziz varlığınızı, ülkenizi teslimin sebebi nedir?

Diyelim ki, buna zorunluyuz. 300 milyar Dolar dış borç ödenemez bir şey olduğundan, bundan sonra IMF’ye yönelik her politika, ne yapıp edip, bu borcu geciktirmeye yönelik olacaktır. IMF yeni stand -by döneminde 1 küsur milyar Dolar verecekmiş; bu ülkenin kriz halinde bile "resmi" ekonomi cirosu 250 milyar Dolar iken. Yani, Türkiye’de artık kimse IMF’den yeni borç istemiyor, IMF eskisini geri istemesin yeter… "IMF yandaşlık ya da karşıtlığı tartışmaları boş tartışmalar değildir"; bunu er ya da geç, kolay ya da zor yoldan öğreneceğiz. Ümidimiz bu karanlık dönemin az zararla ve tez zamanda kapanmasıdır, tahminimiz ise, ne yazık ki bundan kötüdür.

(31) Kasım 2004
Özgürleştiren bir eğitim için..

Küreselleşmeye teslim olan bir manzarayla karşı karşıyayız. Türkiye, elinde tuttuğu bütün mevzilerini güle oynaya boşaltıyor. Eğitim, kültür, iktisat, düşünce vs. küreselleşmenin pulanyasında yeniden biçimleniyor. Bütün bu olanlar da değişim, demokrasi, insan hakları vb. adı altında oluyor.

Türkiye, değişim adına yabancılaşıyor, kimliksizleşiyor. Türkiye, elbette değişecektir, değişmelidir. Değişmeye, mecburdur. Ama değişimi kendisi tasarlamalı, planlamalı ve örgütlemelidir. Dış merkezlerin dayattığı değişim, değişmek değil, çözülmektir. Hayır değil, bela getirir ve getirmiştir… Türkiye, belirsizlikler, tarifsizlikler denizinde yüzmektedir. Türkiye, önce kendini bilmeli, kendini tarif etmelidir. Her alanda milli fikir ve hedeflerini tespit ve tayin etmelidir. Küreselci yalanlara hem bizim, hem insanlığın karnı toktur. Milli siyaset, tek yolumuzdur.

Eğitim de, milli siyaset bağlamında yeniden ele alınmalıdır. Buna göre, milletin evlatlarının vazifesi, milletin gelişmesi ve özgürleşmesi amacına hizmettir. Bunu yaparken kendi gelişmesini, kendi özgürleşmesini de sağlayacaktır. Eğitimimiz, demokratik bir temele oturmalıdır. Ne devletçi, ne küreselci dayatmalar, ne ulusalcı, ne de kozmopolit reçeteler bir işe yaramaz. Eğitimimiz, milli olduğu gibi, toplumcu olmak zorundadır. Piyasacı ahlak, egoizmi, tüketimi, hoyratlığı, maddeciliği beslemektedir. İnsanın içindeki kötüyü örgütlemektedir. Milli ahlak, içimizdeki iyinin, paylaşmanın, vicdanın tasdik edilmesidir. Bu bağlamda eğitimimiz, dayanışmacılığı ve paylaşımcılığı desteklemelidir. Milli bir eğitim, eşitçi bir eğitimdir. Türkiye, milli, demokratik, toplumcu, dayanışmacı ve eşitlikçi bir temelde eğitimini yeniden kurmaya mecburdur.

(32) Aralık 2004
Vatanımız Kimliğimizdir

Son yıllarda etnik milliyetçilik ve mezhepçilik kışkırtmalarında belirgin bir artış gözleniyor. Türkiye, bu yolla bir kıskaca alınmak isteniyor. Ayrışma ve ayrıştırma sürecinin katalizörü AB’ne üyelik arzusu ve bu yolda atılan adımlar. AB, etnik ve mezhebi ayrımcılığın politik/kültürel zemini haline geldi... Türkiye ile hesaplaşmak isteyenlerin tamamı AB üzerinden yüklendikçe yükleniyorlar. Ama bu gidiş, başka ve daha derin tepkiler biriktiriyor. Bunlar yeni ve sağlıksız patlamalar şeklinde ortaya çıkmak için zaman ve zemin kolluyor.

Gerçekte sorun AB veya dış dinamiklerin kendisi değil. Türkiye’nin yapısal hastalıklara sahip olması, bunları anlamak, çözmek ve sorunlarıyla yüzleşmekte yetersiz kalması. Ya da sorun çözmenin tek yolu olarak şiddet ve baskının seçilmesi. Türkiye’nin toplumsal zenginliği ve gerçeklerinin müesses düzen tarafından ret ve inkar edilmesi. Bu hastalıklar, arızalar AB gündemi üzerinden şimdi tek tek boy gösteriyor… Kimlik tartışmaları ve çekişmesinin içindeyiz. Bu durum, başlı başına kötü değil. Sağlıklı bir zeminde kaldığı, parçalanmayı teşvik etmediği sürece yenilenme işareti. Fakat değişme dinamiği, çözülme dinamiği haline gelmemeli. Bunun için tartışmanın, dışarıdan içeriye kayması gerekiyor. Konuşmalar, arayışlar Türkiye ekseninde sürmeli. Ülkenin ve milletin bölünmezliği esası gözetilmeli… Bugün durum, sahte Türkçülükle, sahte Kürtçülüğün çatışmasında kilitlenmiştir. Bu aynı zamanda Türk milleti ve Türkiyelilik olarak adlandırılan kavramsal bir kilitlenmedir. Sahte milliyetçilikleri tasfiye etmek, Türklüğün ve Kürtlüğün tabii haline geri dönmek için yeni bir tanım yapılmalı. Biz bu tanımın, Türkiye milleti olabileceğini düşünüyor ve bunu konuşmayı teklif ediyoruz. Türkiye milleti, Türk milleti tanımında meydana getirilen şoven sapmayı da, Türkiyelilik tanımındaki etnikçi anlam kaydırmasını da izale edecek yeni bir üst kimlik tarifi olabilir. Bu üst kimlik tanımı, Türkiye’nin millet varlığı ve kimliğinin açık beyanı olacağı gibi, ortak kimliği, ulus değil, toprak ve vatana dayandırdığından kimliğin paylaşım ve gelişimine müsaittir. Devletin adı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ülkenin adı Türkiye ise, milletin adını da Türkiye olarak koyabiliriz.

(33) Ocak 2005
Emperyalizme Karşı Evrensel Direniş

İnsanlık, kaotik, karanlık bir geleceğe doğru ilerliyor. Kapitalist dünya sistemindeki hegemonya krizi, Afganistan ve Irak’tan sonra Avrasya’nın yeni ülke ve bölgelerini, giderek belki bütün yerküreyi sıcak bir savaşın arenası haline getirecek. Nereden bakılırsa bakılsın Türkiye, gelmekte olan küresel kaosun eksenindeki ülkelerden birisi. Irak’ta yaşanan savaş bugün yarın Türkiye’nin kapısının daha şiddetli çalacak. İran’a dönük saldırı başlarsa Türkiye, bu sürecin ne kadar dışında kalabilecek, belirsiz. Dünya sisteminde bugün hegemonya krizi kadar, sermayenin yeniden değerlenmesine ilişkin kapitalizmin iç bunalımına da şahit olmaktayız. Politik ve ekonomik bunalım iç içe ve at başı gitmektedir. Bunalımın bu özelliği nedeniyle, meydana getireceği bölgesel ve küresel sarsıntılar daha yaygın ve daha şiddetli olacağa benzemektedir. Yani bugün Türkiye olarak, bölge ve Avrasya’da hemen sınırlarımızda yaşanan savaşın ekonomisini, politiğini ve ideolojisini doğru anlamalı, mevzilenmeyi buna göre sağlıklı yapmalıyız… Kapitalist dünya sistemine alternatif yaratılamadığında sistem içinde kalarak tek dünyacı faşist dayatmaya karşı koymanın ve bu saldırıyı yenmenin yolu yoktur… Tek dünyacı faşist saldırganlığa maddeci/kapitalist paradigma içinde kalarak da karşı çıkılamaz. Alternatif bir dünya düşüncede kurulmadan, pratikte kurulamaz. Öyleyse maneviyat esaslı yeni bir düşünmeye (aslında hatırlamaya), maddeciliğin/kapitalizmin dışında yeni bir geçinme ve yaşama düzeni oluşturmaya ihtiyaç vardır… Bugün Müslüman imanı ve tasavvuru, çarpık bir Protestanlaşma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Müslüman ortak şuur, maddeci ve bireyci bir istilaya ve operasyona tabi tutulmaktadır. Bu sinsi saldırı ve tehlike karşısında uyanık olmalı, hepimiz nefeslerimizi gözden geçirmeliyiz.

Müslüman imanı, dünyanın diğer mazlum, aynı zamanda iman, vicdan ve insaf sahibi doğulu-batılı, kuzeyli-güneyli her ferdiyle eşit, adil ve özgür bir dünya kurmak için ortak ve küresel bir harekete katılmalı, böyle bir hareketi imanı, zihniyeti ve pratiğiyle beslemelidir.

(34) Şubat 2005
Küreselliğe karşı evrensellik

Dünya, bir savaşın içindedir. Bu Nietsche’vari Übermensch’e (insanüstü) karşı İnsan-ı Kamil’in savaşıdır. Bir yanda insanı olağanüstü bir hırs ve buna koşut olağanüstü bir güçle donatma arayışı; bunun sonucu gelen kapitalizm, emperyalizm, ve şirket globalizmi aşamalarının, "İnsan Genomu Projesi"nin tamamlanması ile, ABD resmi düşünürlerinden Fukuyama’nın bitmiş tarihi tekrar başlatabilecek bir "insan sonrası" nev’ine ümitle bakışına hak verdirecek yeni bir karanlık çağa geçme hazırlıkları; öbür yanda ise gelenekle, dinle, milli devletlerle, kardeşlik hissiyle, insana Yüce Tanrı tarafından verilmiş ortak özüne ve oradan kökenini alan iyilik ve adalet duygusuna güvenle direniş ve bir karşı evrenselliği yaygınlaştırma, ahlakı üstün kılma çabası.

Bugünlerde bir tarafta Davos, bir tarafta Porto Allegre. Bir tarafta, postmodernizmin "her şey görelidir" ve "ne olsa gider" sosyal şizofrenisinin tek ortak değer olarak para ve çıkarı bırakma çabaları; diğer taraftan Tanrı’nın yeryüzündeki delillerinden ortak insani bir özün oluşturduğu gelenekleri ve kültürleri tekrar yeşerterek ve bunların bugünkü yegane fiziksel koruma duvarı kalmış milli devletleri buna aracı kılmaya çalışarak insani olanda direniş çabaları.

Sanıldığı gibi "küresel" olana karşı "yerel" olanın mücadelesi değildir bu. Bir tarafta Davos varsa, bir tarafta Porto Allegre vardır; ve Batı’dan yerinde bir tesbitle, "son yıllar küresellik karşıtlığının da küreselleştiğine tanıktır"… Tek ortak değer olarak para ve bunun son örgütleniş biçimi çokuluslu şirket ile birçok kadim ortak insani değerler ve bunun son örgütleniş biçimi olarak milli devlet. Sonuçta hangi değerler için ölünebiliyorsa kazanan o olacaktır.

(35) Mart 2005
Ekonomik Bağımsızlık: “İlmen de, Fennen de Mümkündür.”

… TBMM hükümetinin Milli Mücadele’deki ilk cesur iktisadi tasarrufu değildir bu. Milli Mücadele’nin yürütülmesinde bir mali kaynak da mal varlıklarına el konulan Anadolu’daki Düyun-u Umumiye şubeleridir. Nice sesler bu yapıldığında "beynelmilel anlaşmalar çiğnenir, bu para bizim değildir" der, itiraz eder. Bugün de bir iktisadi Milli Mücadele, "ilmen ve fennen mümkün değil" diyen "uluslararası anlaşmalar çiğnenir" diyen çevrelere rağmen verilecektir. O gün olduğu gibi, bugün de Türkiye’nin tam bağımsızlığının yolu iktisadi bağımsızlıktan geçiyor. Yoksa bu gidişimizin sonu iktisaden tutsaklıktır. Tutsaklığı red ve milli iktisadi gelişmeyi güvenceye almak için de gümrüklerimizin kontrolü, ticaret anlaşmaları, paramız üzerindeki denetim ve iktisadi planlama ile ilgili kararlarımızda tam bağımsız olmalıyız. Bu cesaret işidir, doğru. Ama bu dünyada ancak cesurlar bağımsız ve özgür olabilir. Ve Roma atasözünde dendiği gibi: Servet cesurlardan yanadır.

(36) Nisan 2005
Demokrasi Mi? Gölge Etme Amerika!

…Tarihimizin bize cevabı açık: Güçte şeytani bir taraf vardır. Dünyanın en iyi, güzel ve saf şeyi dahi olsa, iktidar ve güçle birlikte olmak onu bozar, aslından uzaklaştırır. Bu topraklar bunun sayısız örneklerini yaşamış ve tecrübesini biriktirmiştir.

Demokrasi elbette hepimizin istediği birşeydir; ama şehirler bombalayan ve binlerle suçsuz insanı öldüren bir modern Roma İmparatorluğu, demokrasinin güzellik ve aydınlığını bizim için dileyemeyecek kadar suç ve günaha batmıştır.

Onun için sözümona "Doğu ve Batı’nın düğünü" gibi o zamanın cafcaflı bir sloganının ardına gizlenerek sefere çıkmış Büyük İskender’e, Büyük Diyojen’in söylediği sözü söylemek bu uzun ve hikmetli tarihe borcumuzdur:

"Demokrasi mi? Gölge etme Amerika, başka ihsan istemez!"

(37) Mayıs 2005
Demokrasi ve Kapitalizm

Yeryüzünün son ve tek ağası ABD’nin istekleri doğrultusunda devlet fikrinin yeniden yapılandırıldığı tuhaf bir çağa girdik. Artık özgürlükten, demokrasiden, insan haklarından sözederken kendimizi dikkatli olmak zorunda hissettiğimiz garip bir çağ bu: Sakın bu söylediklerimiz küresel zalimlere yaramasın?! İyi kavramların böylesine ustalıkla elimizden alındığı bir dönem olmadı herhalde; şeytani bir çağ bu… Bu tablo içinde insanlara ve onların içlerinde hayat ve anlam buldukları sosyal çevreyi onlara bahşeden milletlere yer yoktur. Dün devletlerin küçültülmesi, dağıtılması ve, ister koruyucu ister baskı amaçlı olsun, toplumun üstündeki elinin çekilmesi gerektiğini savunan liberal ideologlar, şimdi düzen sağlayıcı otorite boşluğundan doğan kargaşa ticareti yapılmaz hale getirince, aynı nedenlerle geri adım attılar.

Her halükarda onların istediği, uluslar arası sermayenin ayak işlerini gören ve fedailiğini üstlenmiş devletlerden oluşan bir dünya düzenidir. Devletler milletlerine değil, uluslar arası sermayeye hizmet etmek zorundadırlar. Demokratik olacaklarsa bunun için, otoriter olacaklarsa bunun içindir… Bu toprakların diline çevirirsek, sorun milli bağımsızlık sorunudur: Ya devletimiz bağımsızlığını kaybedip bu tağut uşağı haline gelecek, ya da bağımsızlığını hep birlikte geri alacağız. Ancak bağımsız bir devlette demokrasi ve özgürlükten sözetmeye başlayabiliriz.

(38) Haziran 2005
Hükümdarın işi uyanık olmaktır. Aksi hal ihanettir!

… “Kerim devlet” denen şeyin artık sadece modası geçmiş değildir; o artık tamamen kendi kılığından soyunmuş ve çıplak kalmıştır.

Globalleşmenin çadır tiyatrosunda devlet masa üstünde oynayan bir dansöz rolüyle sahneye çıkmakta ve üzerinde asgari vazgeçilmez giyimi kalana dek soyunmaktadır: Baskı gücü. Maddi temelleri tamamen yıkılmış, bağımsızlık imkanları sıfırlanmış, siyasal sınıfları flulaşmış ulus devletler, er ya da geç, Dördüncü Dünya Savaşı’nın gelişimi içinde neoliberalizmin inşa ettiği mega-şirketlerin koruma gücüne dönüşmektedir… Giderek her türlü kamu hizmetinin piyasa metaı haline gelmesi ile 10-15 yıl sonra devletten geriye ne kalacaktır? Diğerleriyle rekabet eden bir anonim şirket mi? Bundan daha önemlisi, “piyasalaşmış ve özelleşmiş kamu hizmetlerinin” sadece bunları satın alanlara yöneltilmesi ve diğerlerinin “insan çöplüğü” sayıldığı bir sosyo-siyasal ortamda milli bütünlükten geriye ne kalacaktır? Alvin Toffler’in terimleriyle, global kapitalist sisteme eklemlenmiş bir avuç “hızlılara” karşı açlıktan ölmeme kavgası veren “yavaşların” karşılıklı cephe aldığı bitmez tükenmez huzursuzluk ve suç ortamı mı? Yani bir süper Irak mı?

Evet bu bir savaştır.

(39-40) Temmuz 2005
Derme çatma Türk postmodern düzeni ne zamana dek sürer?

Milletin vekillerinin seçmenden oy aldıktan sonra bir daha onu hatırlamadığı, vatandaşın da oy verdikten sonra ertesi seçime dek politikayla kahve dedikodusu dışında bir niyetle ilgilenmediği, Millet Meclisi’nin çoğunluğunun kendi siyasi partilerinin lider kadro emirleri doğrultusunda parmak kaldırmaktan daha öte bir “siyasal temsilcilik” yapmadığı, parti içi demokrasi denen şeyden “a la Turca” en fazla becerilebilenin bir Baykal – Sarıgül parodisinden öteye gidemediği zamanlar… Yoksa Milli Piyango’dan daha yaygın bu milli rulet masasını döndüren 10-15 milyar Dolar kıymetindeki sıcak para Türkiye’den çıkıp gittiğinde mi gelir? Çünki finans ekonomisinin üstüne oturduğu bundan başka bir ekonomi zemini yok. Reel ekonomide ise haberler kötü: Dış ticaret açığı katlanarak artıyor, üretim artmıyor, üretebilen sanayi kollarının çoğu ise çoktan yabancı sermaye kontrolüne geçmiş… Bu düzen devam ettikçe Türkiye’de ne “daha çok demokrasi”, ne de tam bağımsızlık talepleri yükselmez. Talep edilmedikçe de ne yukarıdan ihsanla, ne de dışarıdan aşılamayla bir şey gelmez. Bu Osmanlının son döneminde de böyle olmuştu.

Ama gün geldi köhnemiş çınar yıkılıverdi. Sonraki cumhuriyetin şu ya da bu dönemlerinin ne kadar demokratik ve milletin rızasına uygun olduğu ile ilgili şu ya da bu kesimden iddia ve tartışmalar hala sürüp gitmektedir. Ama Milli Mücadeleyi yürüten ilk meclisle ilgili hiçbir tartışma yoktur. O meclis, “milletin akıbetini ancak milletin azim ve kararlılığının kurtarabileceği” şartlarda oluştu. Milletin “sinesinden” yükseldi; demokratik olması kaçınılmaz idi. Derme çatma postmodern “a la Turca” düzen doğal ömrünü tamamladığında Türk demokrasi ve bağımsızlığının nesnel şartları oluşmuş olacaktır.

(41) Eylül 2005
Sözde Uygarlığa Karşı Sözümüz

Duwarmish reisi Seattle bu sayımız için hatırımızı kırmayarak geldi ve “sözde uygarlığa” kendi kadim geleneğinin hikmeti ile bir ayna tuttu.

“ Washington Kentindeki Büyük Başkan bize, topraklarımızı satın almak istediğini bildiriyor…

Biz teklifinizi düşüneceğiz. Biz satmaya razı olmadığımız takdirde beyaz adamın tüfeği ile gelip topraklarımızı alacağını bilmekteyiz. Biz vahşi insanlarız. Beyaz adam ise geçici olarak iktidardadır. O bütün dünyanın kendisine ait olduğunu ve kendisinin bir Tanrı olduğunu sanmaktadır.

Onlara yol gösteren ve onlarla bir dost gibi konuşan bir Tanrıya sahip olan beyaz adam bile, herkes için belirlenmiş olan alın yazısından kaçamayacaktır. Belki de biz hepimiz kardeşiz. Yalnız biz, beyaz adamın da bir gün keşfedeceği bir şeyi şimdiden biliyoruz. Bizim Tanrımız da aynı Tanrıdır. Sizler bizim topraklarımıza sahip olacağınızı düşündüğünüz gibi ona da sahip olmayı düşünüyorsunuz. Fakat buna muktedir olamayacaksınız. O insanların Tanrısıdır. Kızılderililerin de beyazların da. O yüzden bu topraklar değerlidir. O toprakları yaralamak onun Tanrısını hor görmektir...”

Reis Seattle’ın da dikkat çektiği gibi, sorun “sözde uygarlığın” çöküp çökmeyeceği değil, yıkılırken bizi de anaforunda sürükleyip sürüklemeyeceği.

“İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi de helak mi edersin Allahım!” (A’raf/155)

(42) Ekim 2005
Türkiye Safını Yeniden Seçmelidir

… Avrupa Birliği’nin Türkiye’den istekleri tükenecek gibi görülmüyor; ilk defa bir Türk hükümeti "artık verecek bir şeyimiz kalmadı" resmi itirafını yaptı. "Batılılaşma" sürecimizin son zamanlarda gündemimize getirip bıraktığı mevzulardan biri de "Kürt Federasyonu" konusu. Bir grup aydın ve hukukçu, Kürtleri temsil ettikleri iddiasıyla TBMM’ye federasyon dilekçesi sunmak istiyor. İlgili memur: "Kurban olayım, biz etle tırnak gibiyiz. Eniştem Kürt," diyor.

Kürtlerin sessiz kitlesini bu olayda kim temsil ediyor? Ya da bu toprakların sessiz ama derin irfanını kim temsil ediyor?... Önümüzde uzanan yüzyılın, bir evrensel global düzen kurma ısrar ve iddiaları atlatıldıktan sonra, ulus devletten büyük, ama birden çok parçadan oluşan bir dünyaya bizi götürdüğü giderek daha netleşiyor. Huntington bu olaylar zinciri içinde dramatik bir biçimde haklı çıkabilir; ABD ve AB’nin Batılı imparatorluklarının niçin doğal sınırlarının olduğu ve olması gerektiği konusunda yarının tarihçileri Huntington’un görüşlerinden çok istifade edebilir!

Soru, Türkiye’nin bu tablo içinde nerede yer alacağı, uygarlık, adalet, hukuk, bilim ve sanatın köklerini hangi evrensel kaynaktan devşireceğidir… Türkiye bir tatlısu Frenk tabiriyle "Doğu ile Batı arasında köprü" değil, savaş alanıdır. Ülkenin bekası da bu mücadelenin sonucuna bağlıdır.

(43) Kasım 2005
İnsanlığın vicdanı kimlerde atacak

Ülkemizde büyükşehir varoşlarında ve Doğu’da yaygın işsizlik ve sefalet artık açlık sınırlarına dayandı. "Öteki Türkiye"yi temsilen konuşacak artık ne sağdan, ne soldan, ne de bildiğimiz başka bir siyasal akım ya da sosyal kesimden bir ses kalmadı. Şimdi tüm kültür ve uygarlık havzalarında aynı çürüyüş ve çöküş birlikte görülüyor. Bu çöküşe el koyacak ve uygarlık meşalesini yeniden tutuşturacak bilinen sağlam bir toplum ortalıkta görülmüyor. O halde kurtuluş hangi bilinmez elden gelecek? Tarih, henüz tarih sahnesine çıkmamış bilinmeyen hangi toplumları görevlerine hazırlıyor? Kimler, kendilerinden hiç beklenmeyen ve herkesin şaşkınlıkla baktığı bir yükselişle tarih sahnesine ayak basacaklar?

"Andolsun asra ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler başkadır." (Asr Suresi, Kuran-ı Kerim)

(44) Aralık 2005
İdeoloji İktidarı da Laikliğe Aykırıdır

… Laiklik, teokratik bir idareye yolu kapamakla beraber, din dışı bir inancın ya da ideolojinin demokratik ideallerin de üstünde ve kendinden menkul iktidarı için kalkan olarak kullanıldıkça da bu ülkede laiklik sorunu çözülemez.

Demokrasi, hiçbir kredokrasi (inanç ya da ideolojinin sorgulanamaz iktidarı) ile bağdaşmaz; çünkü bu ikisi iktidarında ortak kabul etmez. Biri varsa diğeri yoktur.

Her türlü inanç ve ideolojinin gerçek koruyucusu ve yorumlayıcısı devlet değil, millettir. Bunları resmileştirmek ve devletleştirmek ancak çürütür ve amacından saptırır. Uzun tarihimiz buna şahittir.

(45) Ocak 2006
Sunî gündemler daha ne kadar sürecek?

… Ama neredeyse son 60-70 senedir Türkiye’nin gündemine ısrarla suni bir kimlik sorunu, suni bir milletleşme sorunu, suni İslami anlayışlar sorunu, suni bir Batılılaşma sorunu sokulup bu ülkedeki her sağlıklı gelişme sistematik olarak rayından çıkarılmadı mı?... Yoksa dayatılan bu suni gündemler neredeyse bütün bir 20. asır boyunca bu ülkede gerçek gündemlerin ortaya gelmesini engellemiş, ülke gerikalmışlık, ekonomik bağımlılık, eğitim-sağlık eksikliği, çarpık kentleşme, montaj sanayi, işsizlik, yolsuzluk ve rüşvet, sosyal anomi, suç ve toplumsal ahlakın yıkımı, ve hepsinin temelinde kendi kimliğinden ve varlığından utanç çıkmazlarına mı sürüklenmiştir?.. Türkiye’ye dayatılan suni gündemler daha ne kadar sürecektir?

(54-55) Eylül-Ekim 2006

Kendisini amaç edinen, kişisel çıkar ve kariyer beklentilerini zerrece aşan hiçbir maddi veya manevi hedefe sahip olmayan kişilere, gruplara, parti ve cemaatlerin eline düşen Türkiye, çıkmaz sokaklarda dolaşıp duruyor. Sağdaki veya soldakilerin, dini veya milliyeti esas alanların aralarında fark da yok, birbirine edecek sözü de. Hepsi pragmatist, hepsi oportunist, hepsi konformist. Bu üç özellik Türkiye’nin ortak ideolojisi oldu.

Değere bağlı görünenler, değerlerine ilk ihaneti edenler. Tarihte az sayıda millet böyle bir bahtsızlığı yaşamıştır. Türkiye, siyasi hareketler çöplüğü haline gelmiştir. Bu çöp yığını içinde her çizgiden kişi bulunabilir.

Dava ve değerlerle, ‘güç tanrılarının’ sunağına tırmanıldı. Sonra ‘reelpolitik’ adına merdivenler tekmelendi ve elinin tersiyle itildi. Bu,Türkiye’nin trajedisidir. Bu trajediyi çözmeli ve aşmalıyız… Türkiye, küllerinden doğmaya mecburdur! Bu nasıl olacak? Lafazanlıklarla, kuruntularla, basit ihtiraslarla, boş övünme ve şişinmelerle olamayacak. Çalışmayla, emekle, bilgi ve bilimle olacak! Kavi bir vatan ahlakına, kavi bir meslek ahlakına sahip olmayla sağlanacak. Vatan, milli varlığın nirengisidir. Milletin her uzvunu eşitlik içinde kendinde toplar ve birleştirir. Buradan geliştiren, büyüten bir ‘aidiyet’ ve ortak heyecan vücuda gelir. Mesleksizlik, bir toplumun yakalanabileceği en önemli hastalıktır. Emeği, bilgisi ve çalışmasıyla ‘geçinemeyen’, meslek temeli sağlam olmayan toplumlar, hiçbir adalet ve gelişmeyi yaratamaz. Şahsiyet ve özgür fert ancak ‘meslekli toplumların’ eseridir. Vatan ve meslek ahlakı, Türkiye’nin milli demokratik devrimci atılımının iki esasıdır.

(56) Aralık 2006 E-posta

İslam’ın bir yetimin dilinden insanlığa ve tarihe sözü Müslüman olmanın da ilkesiydi. O sözü kabul etmeden, o söze iman etmeden Müslüman olunamaz. O bayrak söz: La ilahe illallah'tır.

Allah'tan başka Tanrı yoktur. Bütün bağımlılık ilişkilerinin, imtiyazların, zalimliklerin ve zalimlerin, insanın ve toplumun üstünde tanrılaşmak ve tanrılaştıkça insanı ve toplumu kullaştırmak, köleleştirmek isteyenlerin üstüne bir yıldırım gibi çarptı bu söz. Çünkü İslam insana ve tarihe söylenmiş en muhteşem özgürlük çağrısıydı ve çağrısıdır. Bu nedenle egemenler, imtiyazlılar İslam’dan korktular. Çünkü İslam egemenlere ve egemenliklere, imtiyazlara ve imtiyazlılara, zulme ve zalimlere karşı manifestoydu. Müslümanlık devrimin adıydı; eşitlikçi, adaletçi, özgürlükçü bir devrimciliğin... Kodamanlar, servet yığanlar, hükmetme hırsına sahip olanlar İslam’dan hep korktular. Korkmakla kalmadılar, İslam’ı bu hırslarının ve hastalıklarının aracı yapmaya çalıştılar. Çürük, yapışkan, sümüklü, sümsük, evet efendimci, her türlü tezgâha uyar gerici bir dini anlayış ve pratik geliştirdiler. O da yetmedi, İslam’ı egemenliğin ve egemenlerin oyuncağı yapmaya çalıştılar. Ama Kuran apaçık ayetleriyle ortada… İnsanlığın devrimci gücünün en sağlam işareti olarak Kuran’ın sayfaları her zaman eşsizliğiyle herkese açık… Müslüman olmak, eşitlikten yana olmaktır. Hepimiz kardeşiz ve insan olmanın ilahi özüne sahibiz. Bizi insan yapan da, eşit hale getiren de, mükellef ve müstakil kılan da Allah'ın yeryüzünde şahitleri olmamızdır. Müslüman olmak, adaleti bayrak yapmaktır. Çünkü Allah'ın kendisi adildir. Bizler o tanrısal esine sahip olan Allah'ın yeryüzündeki halifeleri olarak adaletle mükellefiz. Müslüman olmak, özgürlükçü olmaktır. Çünkü Allah, özgürlüğün kaynağı ve imkânıdır. Allah olmadan, iman olmadan ne özgürlük ne de insan vardır. Özgürlük, Müslümanlığın ruhudur. Bütün bunlar şu manaya gelir. Müslüman olmak, anti-kapitalist olmaktır! Müslüman olmak, anti-emperyalist olmaktır!

Hiç yorum yok: