Seçkinci Cumhuriyetten Millî Cumhuriyete

Teorik olarak cumhuriyet, toplumdaki her bireyin potansiyel bir yönetici olduğu siyasal sistem; demokrasi ise, bunun işleyişini düzenleyen bir mekanizmadır. Devleti halkın içinden çıkan ve onun seçim yoluyla başa getirdiği kişiler yönetirse, bu kişilerin, çok yönlü kullanılabilecek bir güç olarak devlet gücünü kötüye kullanmayacakları varsayılır. İnsan aklı yöneten-yönetilen ilişkinde otoritenin belirli bir grubun ya da kişinin çıkarları için değil, ortak çıkarlar için kullanılmasını garanti altına alan sistem ve işleyiş olarak, şimdilik cumhuriyet ve demokrasiyi inşa etmiştir. Bu bakımdan cumhuriyet ve demokrasi, teorik temelleri itibarıyla son derece akılcı, tutarlıdır.

Bir siyasal sistemi değerli kılan, onun bizatihi kendisi değil, işleyişidir. Sistem emir ve talimatla değil, kendinden beklenen fonksiyonları gerçekleştirebildiği takdirde tercih edilir. Ondan beklenen fonksiyon ise, sistemin, bireylerin daha mutlu, huzurlu ve güvenli yaşayabilecekleri, geleceğe ümitle bakabilecekleri bir ortam sunmasıdır. Halk bunu gerçekleştirebilen ya da en azından gerçekleştirmesi beklenen bir sistemi sahiplenir.

Yönetenlerin cumhurdan gelmediği sistemlerde, yönetme fiili, yönetilenlerin kararını ve tercihini hesaba katmadan icra edilir. Toplumun onayına bakılmaksızın, onun için “iyi” olduğu varsayılarak kararlar alınır ve gereği yerine getirilir. Bu şekilde politika belirlemenin akla uygunluğunu kanıtlayan hiçbir gerekçe yoktur. Bu siyasal sistemde devlet, bir kişinin veya bir grubun işgali altındadır. Diğer taraftan yönetenlerin halkın içinden çıktığı, ama demokratik yoldan değil de atama yoluyla iş başına geldiği siyasal sistemler de vardır ki, adı cumhuriyet olsa bile, gerçekte işleyiş itibarıyla cumhuriyet dışı sistemlerden hiç de farklı değildir. Bu tür sistemler üzerinde özellikle durmak gerekir.

Cumhuriyet, demokrasi ile asıl işleyişine kavuşur. Halkın içinden çıkan yöneticiler eğer halkın özgür tercihiyle, yani gerçekten demokratik yolla iş başına gelmeyecekse, o zaman onları bir güç seçecek demektir; bu da siyasal egemenliği elinde tutan bir merkezin, yani oligarşinin mevcudiyeti anlamına gelir. Aslında buradaki oligarşi açıkça “varım” diyen bir egemen gruptur. Halkın içinden çıkan yöneticilerin, büyük ölçüde halkın özgür iradesiyle iş başına getirildiği, yani görünüm itibariyle demokratik işleyişin egemen olduğu; ancak iktidar olanların muktedir yapılmadığı cumhuriyetlerde de egemenliği elinde tutan bir grup mevcuttur. Orada da karar alma, politika üretme ve yönetme işinde halk hesaba katılmaz. Bireyler için onları hesaba katmadan karar alma ve yönetmenin gerekçesi, olsa olsa toplumun fertlerinin “kendileri için iyi olan”ı yeterince bilemeyecekleri ve daha yetkin birinin, bu “ortak iyi”yi yönetilenlerden daha çok mükemmel belirleyebileceği varsayımı olabilir. Elbette bu yetkin kişiler de “seçkinler” sınıfı olmalıdır. Hal böyle olunca da, böyle bir siyasal sistemi “gerçek cumhuriyet” diye adlandırmanın hiçbir mantığı yoktur. Bu sistem görünüşte cumhuriyet, gerçekte ise seçkinler oligarşisinin egemenlik biçimidir. Bireyi ve toplumu dışlayan hiçbir yönetim biçimi gerçek bir cumhuriyet değildir. Kelimenin gerçek anlamındaki cumhuriyet seçkinci olamaz; böyle bir cumhuriyette cumhur, kendini hiçe sayan seçkinleri kendi başında yönetici olarak görmek istemez ve kendi elleriyle böyle bir seçim yapmaz. Halk yöneticileri, kendini de hesaba katsın diye seçmektedir.

Seçkinci cumhuriyetlerde seçkinler/oligarklar yönetme gücünü nasıl kullanır?

Böyle bir sistemde onlar iktidara pek doğrudan el koymazlar. Ancak seçilmiş yöneticilerin etkinlik alanını sınırlandırır ve “yönetme gücü”ne dolaylı olarak müdahale ederler. Sosyal ve kültürel politikaları onlar belirleyip uygulama işini seçilmişlere bırakırlar. Bu sistem aslında bir tür diktatörlüktür; hem de tarihin bilinen zamanlarından beri siyaset sahnesinde gördüğümüz diktatörlüklerden farklı, daha kötü ve yıkılması daha zor bir diktatörlük! Tarih sahnesinde diktatörlük olarak yerini alan sistemlerde, iş başındaki diktatör kendini tek egemen olarak ilan eder. O, diktatörlüğünden emindir. Yapması gereken tek şey, belli mekanizmaları elinde tutarak diktatörlüğünü sürdürmektir. Oysa gizli diktatörlükler tek kişilik değil bir grubun diktatörlüğüdür ve görünüşteki işleyiş hiç de baskıcı bir yönetim şeklinde değildir. Çağımızda yetki sahibi olmakla bunun kullanımından sorumlu olmak bir arada düşünülür. Halbuki bu gizli diktatörler yetkiyi ellerinde tutmakla birlikte, her türlü sorumluluktan arınmış durumda bulunurlar. Halkın seçtiği kişilerin serbestçe politikalar belirleyememesi için, bir çok yasak alan icat edilmiştir. Siyasal sosyal ve düşünsel hayatın bazı alanları “kapalı alanlar”dır. Buralara girilemez. Engellemeler ise yasa marifetiyle yapılır. Yani oligarşik egemenlik kapalı alanlar üzerinde yükselir. Böyle bir işleyişte sürekli olarak egemenliği elden kaçırma endişesi yaşanır. Bu da toplumda gerçekleşen düşünce genişlemesi karşısında, problemlerin büyümesine yol açar. Bireyler etkinlik alanlarını genişletmeyi talep ettikçe, bu genişleme oligarşik egemenliğin aleyhine olacağı için, sınırlandırma daha ileri düzeye taşınır. Her kavram hakkında serbest içerikle konuşulamaz; her fikir tartışma masasına yatırılamaz. İfade özgürlüğü sorunu, işte bu bağlamda yaşanır.

Her egemenlik biçiminde, onun fikrî tezleri ve temelleri de oluşturulur. Egemenliğin ve bu yoldaki eylemlerin “amaçlı” olması, üstelik bu amaçların da yüksek anlam içermesi gerekir. Çünkü kısa süreli-maddi temelli amaçlar ya zaman içinde veya erişilince önemlerini kaybeder. Burada ihtiyaç duyulan anlam ve amaç, bireysel hedefleri aşan bir nitelikte olmalıdır. Aksi halde yüzeysel anlamların tükenişi, tüm egemenlik gerekçelerini boşa çıkarır. Hem bu bakımdan hem de seçkinciliğin onaylanamayacağı çağda, seçkinler, egemenliklerine haklı bir gerekçe ve temel bulmak zorundadır. Bu da ancak, çağımızın en önemli ve aynı zamanda tehlikeli harcı olan ideoloji olabilir. Başka bir deyişle, seçkinci cumhuriyet, aynı zamanda ideolojik bir cumhuriyettir. Orada ideolojilerin katı tutumları özgürlüklerin sınırını belirler. Kendisi zaten özgürlüğü onaylamayan bir tasarım olarak ideoloji, bireylere daha özgürlükçü bir yaşama ortamı sağlamaz.

Cumhuriyet ile demokrasinin zorunlu sonucu ve onların ahenkli birlikteliklerinin ruhu, hukukun üstünlüğü ilkesinde kendini gösterir. Tek tek bireylerden toplumun bütününe kadar yönetilen herkes, adaleti ancak haklar öğretisinin kayıtsız şartsız egemenliğinde teneffüs edebilir. Adaletin mülkün temeli olarak ilan edilişi boşuna değildir. Bu ilan kulağa hoş gelen veya duyguları okşayan bir slogan olarak görülmemelidir. Siyasal sistemde bireylerin kendilerini güvende hissetmelerinin tek garantörü, hukukun üstünlüğüdür. İdeolojik cumhuriyetlerde ise hukukun değil, sadece yasanın üstünlüğü vardır. Bu yasaların hakkı temel alıp almadığı pek hesaba katılmaz.

Cumhuriyet ve demokrasi daha yüksek bir bilinçlilik gerektirir; zira seçme, basitçe karar verme süreci değildir. Seçimde, gelecek tasarımları önemli rol oynar. Geleceği tasarlayan birey, istekleri, idealleri ve algılamalarıyla birlikte bir zihin faaliyeti sergiler. Seçen, tercihinin muhtemel sonuçları konusunda da fikir sahibi olduğundan, seçimin sonuçlarının kendi tercihine bağlı olduğunu bilir ve sorumluluğu üzerinden sıyırıp atamaz. Bu bakımdan da, gerçek demokrasinin ve cumhuriyetin en mükemmel formunun kurulabilmesi, ancak daha yüksek bir bilinçle mümkün olur. Seçkinler ancak o zaman, çok zor olsa da, yerlerini sistemin gerçek sahibine, millete terk etmek zorunda kalırlar.

Seçkinci cumhuriyetin millî, millete malolmuş bir cumhuriyet haline gelmesi, bu siyasal sistemin tekamülü olarak görülmelidir. Böyle bir cumhuriyette, yaşama biçiminden duyuş ve düşünüş tarzına kadar hayatın nabız atışının hissedildiği her unsur varolma hakkı ve imkanı kazanır. İnsan kendi ideal ve tasarımlarıyla birlikte kendisi olarak varolabilme imkanını gördüğü ortamda huzur ve sükuneti yakalayabilir. Siyasal sistemler ise insan için değilse kimin içindir? Teorik olarak bu böyleyken, niçin bilfiil gerçeklik kazanmasın?

Milay KÖKTÜRK

Hiç yorum yok: