İZLENİMLER/YORUMLAR

İsmail Doğu

Geçtiğimiz günlerde, İstanbul’da 3 önemli panel gerçekleştirildi. İlki İSAM’da, “İslami Düşünce ve Uygulamada Değişebilir ve Değişmez Olanlar” konulu bir paneldi. İkincisi Cemal Reşit Rey’de “Arzın Merkezinde Buluşmalar” serisinin 4. halkasını oluşturan müzakereli bir konferanstı. Sonuncusu ise, yine aynı yerde, Bilim-Din ve Felsefe Konferanslarının ilkini oluşturan “Yeryüzünde Yaşam Nasıl Başladı?” konulu bir paneldi.

“İslami Düşünce ve Uygulamada Değişebilir ve Değişmez Olanlar”

İslami Araştırmalar Merkezi (İSAM)’nce, merkezin konferans salonunda gerçekleştirilen panel, aslında 2 gün süren bir atölye çalışmasının yansıması olarak yapıldı. Belirtildiğine göre bu atölye çalışması, daha önce iki defa Oslo’da uluslar arası nitelikteki düzenlenmiş; bu üçüncüsü de, Oslo Koalisyonu ile iş birliği çerçevesinde yine uluslar arası şeklinde yapılmıştır. 30’a yakın araştırmacı tarafından yapılan ve 2 gün süren atölye çalışması sonucunda, ikisi yurtdışından, ikisi de yurt içinden olmak üzere toplam 4 kişinin katıldığı bir panel gerçekleştirilmiş oldu. Panelistlerin ilki, aslen İran’lı olan ve Londra’da yaşayan Ziba Mir Hüseyni, Cambridge Üniversitesi’nde Sosyal Antropoloji dersleri okutmuş; İslam Hukuku, özellikle de aile ve cinsiyet gelişimleri üzerinde çalışmalar yapmış bağımsız bir araştırmacı. “İslam Araştırmalarında Feminist Sesler” konulu bir konuşma yapan Hüseyni, “İslam hukukunda adalet ve eşitlik varsa, kadın-erkek eşitliğinin olması gerektiği”ni belirtti. “Kadının 2. sınıf muamelesine tabi tutulduğunu ve bunun da sömürgeci milliyetçi bakışların bir sonucu olduğu”na değindi. Hüseyni, özetle şunları söyledi: “İran’da devrim oldu. Biz kadınlar onu destekledik. Ama kadınlar kısa bir süre sonra 2. sınıf muamele görmeye başladı. Eşitlik yok. Çünkü ataerkil bir yapı var. İran’da feminizm denilince İslam dışı görülüyor bu. Halbuki feminizm, ayrımcılığa bir karşı duruştur. Leyla Ahmedgibi kimileri, Müslüman toplumlara saldırmak için bu ifadeyi kullandı. Batılılar, liberalizm ve modernizm adına ayrımcılığa karşıdır. Ancak bu, Müslüman dünyada gerçekleşmedi. Feminizm, kolonyal bir proje olarak adlandırıldı. Kadının kendi kimliğine karşı çıkmak olarak değerlendirildi. Başlangıçta siyasi İslam, kadınlara, kendilerini ifade etmek için bir alan açtı. Ama bu eşitlikten kaynaklanmıyordu. Ancak İslamcıların bu projesi, kadınlarca karşıt bir durum yarattı. Müslüman kadınlar, ataerkil yapının dinle ilgisi olmadığını anladı. Feminizm, hukuksal eşitliği getirdi. Batıdaki gibi anlaşılmadı bu. Yeni bir söylem, yeni bir dildi bu. İslami feminizm nedir? Bu tür feminizmi diğerlerinden ayıran nedir? Potansiyellere bakılarak açıklanabilir bu. Bir tanımlama yapmak çok zor. Kimi reformist, kimi de feminist olarak adlandırıldı. Ben bir tanım yapmaya çalışmayacağım. Zaten tek bir cümleyle de tanımlayamazsınız. Feminist hareketlerin yerel bir özelliği vardır. İslami feminizm çok yönlülük arz ediyor ve gelişme aşamasında. Onlar kendilerini böyle tanımlıyor. Sorun eşitlik. Bu hareket hâlâ oluşum durumunda. Tabi karşı çıkanları da var: Geleneksel Müslümanlar, İslami fundemantalistler, laik fundemantalistler. Fundemantalistlerin İslami olanları ile gelenekçi Müslümanlar, ezeli ve değişmeyen şeriat nedeniyle olduğu kadar,batılı bir söylem arzettiği için karşı çıkıyorlar buna. İktidar ve siyasete çok yakın olmaları onları ideolojik kılıyor. Laik fundemantalistler de, dogmatik. Bunlar da, dini olanı reddediyorlar. Aralarında sadece değer farkı var. Fıkhın insani olmadığını kabul eden bu gelenekçi İslam anlayışı, kutsallık atfediyor fıkha. Böylelikle de muhalif sesleri susturuyorlar. Biri din adına, diğeri aydınlanma/çağdaşlaşma adına.alternatif okuma biçimlerini reddediyorlar. Seküler feminizm, kendi dönemini bitirmiştir. Ama 20 yy’ın ikinci yarısından sonra gelenek-modernizm kıskacında sorunlar hâlâ sürüyor.

Feminist söylem, meşruiyetini İslami yapıdan bulabilir mi? İslam hukukunda, az da olsa bir değişim yaratabilir mi? Kadınlara güç verebilir mi? İslam-Feminizm dikotomisini ortadan kaldırmak gerekir. Bu, sömürgeci dönemden kalan bir şey. Günümüz şiddet ve sömürgesi geleneğe yaklaştırılıyor. Seküler ahlak meselesini de bozuyor.”

Ziba Mir Hüseyni’nin konuşması öztle böyle. Tabi konu feminizm olunca ve konuşan da bir bayan olunca, ister istemez “Avrupa merkezci bir tutum”, “akıl ve mantığı metnin/inancın karşısına koyma”, “batılıların işine gelme” gibi itirazlar oluştu. Temelde itiraz içeren sorular anlamlı olmakla birlikte, kanaatimce Hüseyni’nin durduğu yer, batıcı bir yer değil. Israrla İslami düşünce ve uygulamadaki sıkıntıları belirterek, buna ait çözümleri de yine bu zaviyeden hareketle yapılabileceğini vurguladı. “İslami feminizm adını, dışlayıcı bir özelliği de olduğunu düşündüğü için başta kullanmak istemediğini belirten Hüseyni, bunun batılı bir kavram olduğunu kabul etmekle birlikte başka bir tanımlama da kullanamadığını” ekledi. “Din dışı feministlerin geleneğinden uzak olduğu”nu ve “bunu daha çok bilinçlilik ve farkındalık açısından kullandığı”nı, bu yüzden de feminzmi “batının bir mirası olarak görmediği”ni söylemesine bakılırsa, konuşmasında bu itirazlara mahal bırakacak bir yön kalmıyor. Hüseyni, “Din dışı bir feminizmle uğraşmak kolay. Ama ben bunu yapmadım. İnancımızın peşindeyiz ve bizim bu projemiz, inanca dayalı br projedir” diyerek meselenin başka boyutlarına uzanıyor. Kanaatimce sorun, değişebilir ve değişmezlerin sınırlarını belirlemekten geçiyor. Bu ise görebildiğim kadarıyla ne Hüseyni hanımefendinin konuşmasında, ne de ona yapılan itirazların kökeninde yatmıyor. Bunun nedeni olarak da, Hüseyni’nin, sorunu “epistemolojik” görmesinde gösterilebilir. Zira bu ifade, feminizmin gerçeke ne kadar ontolojik bir kökene dayandığının görülmemesi/görülmek istenmemesi ile ontoloji ve epistemoloji arasında nasıl böylesi bir ayrıma gidilebileceği problematiğini resmetmektedir. Hüseyni’nin konuşması, aslında bir sancının ürünü. Bu sancıyı doğuran etken ise, “öyle bakmamamız gerek” dediği ama aslında bakılması gereken sömürgeci yapı ile yenilememiz gerek dediği ve gerçekten de temelli/sistemli bir mantık içinde yenilenmesi gereken gelenekçi söylem. Batıdan geldiği için ve geleneğimize ters düştüğü için bir ifade ve tanım, sadece bu nedenle geri püskürtülemez. Zira o her zaman karşımızda durur ve bizi zorlar. Üstelik sorun, sadece modernizmle ortaya çıkan bir söylem de değil, her ne kadar modernizmin kışkırtması olsa da. Hüseyni’nin dediği gibi, mantıkçılık ve rasyonalite, sadece batıya ait değil. Zaten bu toplantılar bunun için yapılmıyor mu? Konuşulamayacak ve düzeltilemeyecekse, ne diye bu tür organizasyonlar yapılır ki?

İkinci tebliğ, Tarık Ramazan tarafından sunuldu. Oxford’da İslam Araştırmaları profesörü olan Ramazan, “islami geleneğe tabi ki bağlı kalmamız gerektiği” ile konuşmasına başladı. “Hepimizin, farklı kültürel gelenekler ve dolayısıyla farklı algılamalara rağmen aynı İslami gelenekten geldiği”ni belirterek, “hem İslami prensiplere bağlı kalıp, hem de günümüz problemlerine çözüm getirebilir miyiz?” sorusunu hep birlikte sorduğumuzu söyledi. “Reform”u, “kendi bulunduğu duruma kendini uydurma”sı “ve ayrıca değiştirme”si olarak niteleyen Ramazan, aynı şeyi kullanıp aynı şeyi kastetmeme problemine geçti. Ramazan’a göre, “bu yüzden soru doğru sormak gerek”ti. Tarık Ramazan, konuşmasını özetle şöyle sürdürdü: “soruyu doğru sormak gerek. Doğru bir soruyla vizyon görülebilir. Krizi görüyoruz ama vizyonu göremiyoruz. Zira soru net değil. Bu bunalım, mevcut görünümleri, özellikle de İslam dünyasında belirgin 3 durum alanını göstermektedir: İlki, hangi kelime ve kavramları seçiyoruz? Mesela feminizm, bu bir problematiktir. Reform mu, ıslah/tecdid/ihya mı? İkincisi, sadece tanımların kullanılması değil, çeviri de önemlidir. Sonuncusu ise, kavram ve çeviri, gerçekle ilintili ve algıyla alakalı olması. Gerçeklik sizin algınızı etkiler. Bu arada bir kombinasyon vardır. Ve bu etkiler. Başatlık duygusu hakimdir. Şimdi buna göre, kendi ilkelerimize bağlı kalmanın önemi, onunla ne kastedildiğine bağlıdır. Neyin değişip, neyin değişmeyeceği sorusu gündeme gelir. “La ilahe illallah” cümlesi mesela. Tek bir Allah ilkesi değişmeyecektir. Buna karşın anlayış, uygulama ve bağlamlar değişebilir. Metinlerle iki şekilde ilişkiye geçebiliriz. Birincisi metnin kendisiyle, ikincisi de gerçeklerle. Şeriat, yol demektir. bu durumda bağlamlarla ne kadar ilgileniyoruz?”

Görüldüğü gibi Tarık Ramazan’ın konuşması, daha felsefi bir düzlemden hareketle ortaya çıkan bir tebliğ. Uygulamadan ziyade, uygulamalara yön ve biçim verebilecek teoriler üzerine kurulu. Şahsen bu durum, benim fazlasıyla ilgilendiğim bir sorundur. “Müslümanlar yeni bir Martin Luther mi bekliyor?”, “bu sorunlar, kendi problemlerinden kaynaklanarak mı oluşuyor yoksa küresel bir yapının dayatması olarak mı karşımıza çıkıyor?” türü sorular sorulmuş olsa da, asıl mesele Tarık Ramazan’ın ifade etmeye çalıştığı sorunun net bir biçimde ortaya konulması gerekliliğidir. Buradan hareketle şunu söyleyebilirim. “İslam düşüncesinde ve uygulamasında değişebilir ve değişmez olanlar”, “sabit din ve dinamik şeriat”, “maksimum ve minimum din”, “fıkhın güncellenmesi”, “ezmanın tegayyürü sonucunda ahkamın tegayyürü” türü başlıklar birer sancının ifadesi olmakla birlikte, bir iddia taşıyan ifadeler olarak gözüküyor. Burası güzel. buna katılmakla birlikte, bu başlıklar etrafında yapılan konuşmaların içeriği bende, başlıkta çağrışım yapan sancıyı ve iddiayı ortaya çıkarmıyor. Geçmişte yapılan ilk dönem tartışmaların bir kopyası, o da kötü birer kopyası olarak gözümde canlanıyor. Dağın fare doğurması misali, yeni atılımlar gerçekleştirilmeden bırakılıyor. Yapılanlar sadece, birkaç muamelata dair hükümlerin açılımı olarak kalıyor. Bütün örnekler ve söylemler, başlıkta geçen iddia ve sancının ağırlığı altında eziliyor. Belki de bu ağırlık bir çoklarınca hissedilmiyor bile. Değişebilir düşüncesinde olanlarla, değişemez düşüncesindekiler aynı noktada buluşuyor sonuçta. Peki durum bu minval üzere ise, onca gürültü ne adına çıkıyor? Bunu da anlayabilmiş değilim. Ben, sorunun metodolojik olmaktan öte ontolojik ve epistemolojik bir durum arz ettiğini ve bunu görüp bunun üzerine eğilmeden sorunun sürekli temcid pilavı gibi pişirilip öne getirileceğini, kimi pratik uygulamalara çözüm getirilse ve bunlar da kabul görse de temelli bir çözüme kavuşulamayacağı kanaatindeyim. Nitekim bu düşüncemi Tarık Ramazan ile paylaştım. Soruyu önemsediğini ve bunun üzerinde çalıştığını belirtti. Nitekim son konuşmacı İbrahim Kalın beyin tebliği de, bu sorun üzerine odaklanmıştı.

Üçüncü konuşmacı Recep Şentürk, “bu sorunun niçin sorulduğu”nu “nerede ve ne zaman ve kim tarafından sorulduğu”nu sorarak tebliğine başladı. “Bağlamı yakalamak için bu soruların sorulması gerektiği”ne değinen Şentürk, “bu sorunun fukahanın ele alışından çok farklı bir biçimde ele alındığı”nı belirterek, “bunun yeni bir din inşası projesine de getirildiği”ne ve “çok farklı bir mecraya sürüklendiği”ne işaret etti. “2 disiplin üzerinden sorulabileceği” ni söyleyen Şentürk, bunlardan birincisinin İslam Hukuku/Fıkhı, ikincisinin de Sosyoloji olması gerektiğinden hareketle konuşmasını özetle şöyle sürdürdü: “Comte, yeni bir din üretmek istiyordu. Ancak anlaşıldı ki, kolay kolay değiştirilebilecek bir şey değildi bu. Kendine ait bir mantığı vardı dinin. İnancımızı koruyarak modern dünyada duruş, pasif bir tavırdır. Tarık Ramazan’ın, mevcut realiteyi İslam açısından değiştirme düşüncesine katılıyorum. Burada ibni Haldun’a atıfta yapmak istiyorum. İ. Haldun’a göre fıkhın gayesi, insanlık medeniyetini korumaktır. Süleymaniye Camii için Sinan’ın, Babil, Mısır, Bizans ve Roma’dan birer sütun getirerek 4 direk üzerine İslam kubbesini oturtma örneği anlamlıdır, yerindedir. İslam medeniyeti, bir fıkıh medeniyetidir. İdealler sağlanmıştır. Fıkıh derken, ahkamı kastetmiyorum. Fıkhı, vicdani-batıni denilen sufi ifadeyle ya da “fıkhı ekber” anlamıyla felsefi bir ifadeyle, fıkıh usulü anlamıyla ele alıyorum. Gazali örneğindeki gibi, metodolojik açıdan fıkıh. Günümüzde fıkıh, mikro düzeyde ele alınıyor. Bu, mükelleflere bakar, bireysel ilişkilerden müteşekkildir. Makro fıkıhla ilgilenilmiyor. Bu daha toplumsaldır. Grupları ve gruplar arası ilişkileri inceler. Açık medeniyetler tecrübesinden istifade edebilir miyiz? Bunu Huntington’a bırakırsak bunlar çatışacaktır. Bu, bütün bir insanlığın problemidir. Biz Müslümanlar, insanlık ailesinin bir üyesiyiz. Sorunlar hepimizin. Ama sadece Müslümanların olarak değerlendiriliyor. Ayrıca ideolojik yaklaşılıyor. İnsanlığa ne katkıda bulunabiliriz? Geleneğimizde bu var. Ayrıca İslam, hızla yayılmaktadır. İşte bu yüzden bunu yapmalıyız.”

Şentürk’ün konuşmasında çarpıcı ifadeler elbette vardı. Fıkhı, sufi ve felsefi ifade olarak almaya çalıştığını söylemesi takdire şayandı bence. Lakin kanaatimce aktüel meselelere dahil etmesi, üstelik kimi siyasi olayların farkında olamamış gözükmesi, bu durumu gölgelemektedir. Rusya’daki Hıristiyanlığın glostnastla yükselişi üzerine değerlendirmesi, dünyadaki siyasi olayların hangi minval üzere oluştuğunu anlayamamış olmasını gösterir. İdeolojik yaklaşımı eleştirirken, verdiği örnek de hayli ilginçti. “Ali Şeriati’nin, Ebu Zerr’i, ideolojik bir yaklaşımından dolayı komünist olarak tanıttığı”na değinmesi, kafaları iyice karıştırdı. Sosyalist diyecekti sanırım, eğer onun için bir fark oluşturuyorsa. Üstelik, argümanıyla örneği arasında ilginç bir temassızlık vardı. Anlaşılan o ki Şentürk, Ali Şeriati’yi ve aynı zamanda Ebu Zerr’i anlamamakla birlikte; ideolojik yapılanma ve düşünme biçimlerini eleştirirken, dünyanın hangi ideolojik eksenler üzerinde yapılandığını ve çatışma tezine karşı çıkarken ne tür projelerin hayata geçirildiğini fark edememiş olsa gerek. Fıkıh, ideolojik yapılanmalardan ne kadar uzak kalabilir ki, üstelik bir makro fıkıhtan bahsedilirken? Çatışmaya karşı getirdiği medeniyetler ve kültürler arası diyalogun neticesinde geliştirdiği fıkhın, dünyanın yaşadığı bu gerilim içinde hangi zeminde oturacağı nasıl ve kimin tarafından belirlenecek? Başlangıçta sorduğu sorular, ideolojik tanımlamadan ne kadar uzak? Buna getirdiği cevaplar ve yaklaşımlar, bana başka soruların doğmasına yol açıyor.

Son konuşmacı İbrahim Kalın, “son konuşmacı olmanın, kendisinin hep bir kaderi olduğu”ndan dem vuran bir espriyle başladı. “Genellikle sorunun fıkıh bağlamında daha da alt düzeyde ahkam bağlamında ele alındığı”na değinen Kalın, “sorunun, evet-hayır demekten bir üst düzeye taşınması gerekliliği”nden söz etti. Kalın, konuşmasını özetle şöyle tamamladı: “Bütün bunlarla beraber gerçekliği algılama problemiyle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Fıkıh reformunun geliştirilmesinin, sadece ahkam düzeyinde olması mümkün değildir. Fazlurrahman’ın da önerdiği, kuralların ötesi idi. İnsan, Tanrı ve evrene ilişkin kabullerin gözden geçirilmesi gerekir. Azınlıklar fıkhı tekrar göze çarpıyor. Bununla kastedilen gayrı müslimler değil, Müslüman azınlıklardır. Pozisyonu fark etmek ve duyarlılık içinde olmak gerekir. Ne gelenek statik ve homojen, ne de günümüz realitesi bitmiş bir durumdadır. Hz. Ali’nin, hariciler Mushaf yapraklarını mızraklarına taktığında onlara söylediği söz çok önemlidir: “Kur’an, insanların ağzıyla konuşan bir kitaptır.”

Biri dinleyici Tarık Ramazan’a, “Martin Luther ihtiyacı”nı sorduğunda, ben kendi yerimden, “hangi Luther?” diye sordumdu. Mesela, temel haklar için bize Martin Luther King daha yakındır.”

İbrahim Kalın’ın konuşmasında göze çarpan, Tarık Ramazan’ın konuşmalarına paralel olmasıydı. O da, bizim biraz önce izah etmeye çalıştığımız felsefi altyapı üzerine değinilerde bulundu. Nasr’ın asistanlığını yapmış olan Kalın’ın bu felsefi izah tarzına bütün yüreğimle katıldığımı belirtmek isterim. Her şeye rağmen merak ettiğim, acaba konuşmasında bahsettiği Tanrı, insan ve evrene ilişkin kabullerin kendisi tarafından ne denli gözden geçirildiği ve ne tür sonuçlara ulaştığıdır. Bence bu panelin en önemli özelliği, bu tür atılımlara zemin hazırlamasıdır. Aksi takdirde söylenenler, pratik birkaç uygulamaya karşı çzöüm önerisinden öteye gitmeyecektir. Ve bu hal, yeni panellere ve tartışmalara zemin hazırlamaktan başkasına da yaramayacaktır.

“Yeryüzünde Yaşam Nasıl Başladı?”

24 Şubat günü Cemal Reşit Rey’de yapılan panel, Bilim-Din ve Felsefe Konferansları dizisinin ilkini oluşturuyor. Mustafa Akyol ve İsa Tatlıcan’ın düzenlediği panel, David Berlinski, Paul Nelson, John Lennox ve Alpaslan Açıkgenç’in konuşmalarından oluşmaktaydı. Kısa bir film gösterisi ardından söz alan Mustafa Akyol, hem panelin amacından bahsetti, hem de konuşmacıları tanıttı. Kısa belgeselde, aşina olanların hemen fark edebileceği üzere, piyasada bolca bulunan ve bir çok dergi aracılığıyla ücretsiz olarak dağıtılan Bilim Araştırma Grubu (BAV)’nun hazırladığı filmleri andırmaktaydı. Ağırlıklı olarak Darwin eleştirisinin yapıldığı film ve konuşmalar, tipik bir Harun Yahya çalışmalarından öteye gidemedi. Karşı olduğunu belirttikleri modern batı felsefesinin paradigmaları üzerinden gelişen post-modern söylemlerle eleştirilen Darwinizm ve Evrim teorileri, bütün bunlara karşı bir itiraz ve bir iddia taşımaktan hayli uzaktı. Böylesi durumlarda benim en çok garibime giden şey, Darwin eleştirileri için yurtdışından bilim adamı (!) ithal etme gayretidir. Bu sözümden Darwin’i ya da karşı söylem geliştiren filozofları küçümsediğim anlamı çıkmasın. Daha çok vurgulamaya çalıştığım şey, batıcı olan bir modern düşünürün, yine batıcı olan bir post-modern tarafından çökertilmek üzere Türkiye’ye davet edilmeleriydi. İş onunla da kalsa. Bu batılı konuşmacılardan özellikle Berlinski ve Lennox’un konuşmalarının içler acısı bir durum arz etmesiydi. Bir batılı için Darwin eleştirisinin post-modern bir söylemle yapılması anlamlı ve kabul edilebilir bir şey olarak görülebilir. Nitekim Bergson gibi, çok ciddi eleştiriler sergileyen filozoflar vardır batıda ve gerçekten de önemli felsefeler geliştirmişlerdir. Lakin Türkiye’de ve dünyada ne Darwinistlerin, ne de anti-Darwinistlerin bir çoğundaki yaklaşım, alay konusu olmaktan ve yapmaktan öteye gitmemiştir. Türkiye’de Darwin ve evrim denilince ilk akla maymunun getirilmesi bunun bir sonucudur. Halbuki bu kişi ve düşünce, bu ironik halden çok öte bir konum arz etmektedir. Darwin düşüncesi, her zaman bilim-din çatışması ekseninde cereyan etmiştir. Haklılık payı olmakla birlikte, meselenin bu kadar basit ve sığ olmadığı kanaatindeyim. Berlinski’nin, Darwini yaramaz çocuk olarak değerlendirip, düşüncelerinin bir öğleden sonra anlaşılarak akşama doğru karşı çıkılacak kadar basit olduğunu söylemesine karşın, bütün bir ömrünü ona reddiye için harcaması (gerçekten harcamış mıdır acaba. Bırakın bütün bir ömrünü, bir parçasını harcasaydı meseleyi böyle ele almaktan çok uzak olurdu sanırım) garip bir çelişki. İneklerden söz eden Berlinski, bu hayvanların balinalara çok benzediğini belirterek, Darwin’e göre bir grup ineğin okyanuslara açılarak kendilerini yeniden varettiklerinden alaycı bir biçimde bahsetti. Demek bu kadar saçma bir düşünceydi bu. O halde, bu gürültü niye? Bu konuşma ve emek niye? Böylesi saçma bir düşünceye reddiye yazmak, aynı saçmalığı paylaşmak anlamına gelmez mi? Yine Lennox, bilim-din çatışması ve bilimde indirgemecilikten bahsederken, bilimin, halasının kekinin nasıl lezzetli olduğunu açıklayamayacağından dem vurup bilimi eleştirdi. Böylelikle bilim, bir kez daha ispatlandı ki, indirgemecidir. Tabi Lennox, bütün bunları söylerken eleştirdiği indirgemeciliğe ne kadar düştüğünün farkında değil. Belki de farkındalar. Ve onlar sadece kendilerine verilen paraları almanın yoluna baktılar. Ne söylenildiği pek önemli değil. Ancak şuna şaşırıyorum ki, böylesi kişilerle entelektüel çalışma yapıldığını düşünerek emek ve sermaye harcayan düzenleyicilerin, bunlar gözünden nasıl kaçabilir? Bunun karşısında getirilen “Tasarım teorisi”, salt teizm kanıtlamasından öteye de gidemedi. Nelson tarafından bilimsel izahlarla açıklanan bu teori, bir çok soruyu ve sorunu beraberinde getirdi. İyi ki de ünlü ateist Anthony Flew, ateizmi bırakmış ve teizme dönmüştü. Bununla, tam bayram edilecek bir hava oluşturuldu. Din tanrıdan ve ahlaktan ayrılırken bu hiç önemli değildi.

Evrim teorisinin sadece Darwin’e indirgenemeyeceğini, İslam düşünce geleneğinde de evrim teorilerinin bulunduğun çok güzel bir şekilde ifade eden Mustafa Akyol’un düzenlediği bu toplantı, Darwin’i aşamadı. Üstelik açamadı bile. Acaba konferansların diğer serisinin konularını ve konuşmacılarını kimler oluşturacak?

5 yorum:

Adsız dedi ki...

What's up, this weekend is nice designed for me, as this point in time i am reading this great educational paragraph here at my house.

My site: aerial lift trucks
Also visit my webpage :: bucket truck

Adsız dedi ki...

Thаnk yоu for shaгіng yοur thoughts.
I truly аpρreciаte your effoгtѕ anԁ I аm waitіng fοг уour neхt ρost thank
уou οnсе agаin.

Feel fгеe to ѵiѕіt mу pаge; howtobuyandsellcarsguide.com

Adsız dedi ki...

Ӏ must thank you for the efforts you have put in penning thiѕ websitе.
Ι really hορe to see the sаme high-gradе
blog рοsts by you in the future as well. In tгuth, уour сreаtiνe writіng
abilities haѕ insрireԁ mе to gеt my οwn, pегsonal site nοw ;)

Fееl free to ѕurf to my blog ρost - dallas seo company 1

Adsız dedi ki...

Ѕpоt on with this ωгіte-uр, I hοneѕtlу bеlieνе this amazіng ѕite needs a
lot morе attentіon. I'll probably be back again to read through more, thanks for the information!

Feel free to surf to my site :: page1rankingdallas.com

Adsız dedi ki...

Hi my fаmily member! I wish to say thаt this post is awеsоme,
nicе written and include almоst all vital іnfos.
I'd like to look more posts like this .

my blog post ... how to buy and sell cars for profit at an auction