TÜRKLERİN BATI YÜRÜYÜŞÜ

Murat Sofuoğlu

AB: YENİ KIZIL ELMA

I

Zamanında Amerika’da karşılaştırmalı politika üzerine bir master dersi alıyordum. Derse hocamız AB konusunda uzmanlığı olan bir başka profesörü davet etti. Misafir İrlandalı profesör AB terimlerini ve karmaşık kurumlarını Amerikan dinleyicilerine elden geldiğince anlatmaya çalıştı. Avrupa Konseyi kimlerden oluşur nasıl seçilir ne kadar süre görev yapardan Avrupa Parlamentosunun fonksiyonlarına kadar AB sistemi taranıyordu. Ancak o anlattıkça öğrenci tribününde AB kurumlarının çalışabilirliğine olan inanç azalıyordu. AB’nin genişleme politikası tartışılırken Amerikalı bir öğrenci Türkiye’nin durumunun ne olacağını sordu. Profesör düşünceli bir şekilde etrafı kolaçan ettikten sonra Türkiye’nin insan hakları sicilinin bozukluğundan Kürt meselesinin netameli karakterine ve yüksek Türk nüfusunun ve işsizliğin Avrupa üzerine getireceği ağır yüke kadar Türkiye’nin sorunlarını ayrıntılı bir şekilde sıraladı. Tam artık bitti dediğiniz anda da gerçek soruna parmak basmayı ihmal etmedi: Türkler zaten Avrupalı mı idi? Esasında bir Türk’e kendini Avrupalı olarak hissedip hissetmediğini sormak lazım diye de sözünü bağladı. Tam bu sırada profesörle yüz yüze geldik ve beni tanıyan bazı Amerikalı sınıf arkadaşlarım da bana bir “ne diyorsun?” bakışı fırlattılar. Aynı anda ben de kendi kendime yani gerçekten bir Türk olarak ben kendimi nasıl hissediyorum diye soruyordum.

O gün bugün bu soruyu defalarca kendime soruyorum ve maalesef hala herhangi bir cevap ihtimali de zihinsel ufkumda gözükmüyor. Türklerin son bin yıllık tarihi nerden baksanız dünyadaki pek çok ulusa rahmet okutturacak cinsten oluşu durumu daha da komplike yapıyor. Orta-Asya’da Çinlilerle ölüm kalım mücadelesine giren atalarımızın Müslüman olduktan sonra ne kolay Orta-Doğulu olduğunu ve tüm Mezopotamya ve Mısır’ı ele geçirdiklerini düşünüyorum.(Yani eğer Orta-Doğulu olmuşsak niye Avrupalı olmayalım diye sorabiliyorum kendi kendime. Tabi içimden.) Sonra aklıma Selçuklular geliyor. Alparslan’ın ölürse kendine kefen olmasını vasiyet ettiği beyaz elbisesi ve beyaz atı ve o zorlu Malazgirt ovası aklıma geliyor. Bizanslılar için çalışan gayri-Müslüman Uz ve Peçeneklerin Orta-Asyalı Müslüman kardeşleri lehine saf değiştirme motivasyonu bir kez daha zihnimde canlanıyor ve Anadolu’nun kapıları gözümün önüne geliyor. Anadolu yani Bizans mülkü veya Roma’nın Yunanlılaşmış ve dahi Doğululaşmış versiyonu. Ve Orta-Asyalı fakat Orta-Doğu kökenli bir dine inanan Türklerin Batı macerasının önünde duran duvar: Bizans. Bu duvarı ne Muaviye’nin Emevi-İslam orduları 400 yıl önce yıkabilmişti ne de Haçlılar. Ama Türkler 1071’de başlarını yalnızca küçülmekte olan bir Bizans imparatorluğu ile derde soktuklarını düşünüyorlardı ise onların torunları olarak başımızın şu an AB ile niye belada olduğunu hala anlayamayanları anlamak mümkün olabilir?

II

Kuşkusuz Alparslan liderliğindeki Türkler Malazgirt ovasının Ağustos sıcağında Roman Diyojen’in ordusu ile -İmparatorun isminin Roman olduğuna dikkat çekelim- karşılaştıklarında bu karşılaşmanın kaçınılmazlığının bilincindeydiler. Ve yüksek ihtimal Alparslan’da ve Selçuklular da böyle bir karşılaşmaktan kaçınmayı mümkün olsaydı tercih ederlerdi. Alparslan’ın kazandığı kimi yerlerden feragat etme pahasına tüm Anadolu’yu boydan boya geçip Türklerin hesabını görmek için gelen Diyojen’e barış teklifinde bulunduğunu hatırlayalım. Savaşçı ve göçebe Orta-Asya Türk liderlerinin böylesi barışçıl bir temayül gösterdikleri çok nadirane görülmüştür. Açık olan Alparslan gerçek bir Türk lideri olarak başını Bizans’la da Avrupa ile de ve her şeyin ötesinde Batı ile de belaya sokmak istememektedir. Ve her şeyin ötesinde yönettiği güçlerin Bizans’ı haklayabileceğinden de kuşkuludur. O yüzden beyaz kefeni ve atı ile hiç de zaferi kazanacağından şüphesi olmayan kendine güveni tam olan bir lider portresi çizmemektedir. O bir lider olarak tüm hayatının belki en kritik bir noktasında olduğunun ve emrindeki Türk güçleri de belki tüm Türk tarihi açısından kritik bir noktaya gelindiğinin farkındaydı. Belki de onlar hiçbir şeyin farkında değildiler. Bunu bilmiyoruz. Bildiğimiz Türklerin ve Alparslan’ın hissettiği o korkunç tedirginlik ve tüyler ürperten tarihsel cesaret anı.

Ve biz belki de o an itibari ile Batı ile o bitmek tükenmek bilmeyen zorlu maceramıza giriştik. Malazgirt’le Türklere Anadolu’nun kapıları açıldı; bir 20 yıl sonra Türkler zamanında günümüz standart Hıristiyan ilkelerinin tartışıldığı ünlü konsülün toplandığı İznik’e ulaşmış, İzmir Çavundur Çaka Beyin liderliğine geçmiş ve Bizans karadan Kılıçarslan’ın denizden Çaka bey’in güçleri ile sarılmış duruma gelmişti. Ve Bizans entrikalarının üstadı ünlü İmparator Alexios Komnenos sahneye çıktı ve göçebelikten yerleşikliğe geçmeye çalışan çaylak Türklere tam bir siyaset dersi verdi. Yani onları birbirine düşürmeyi başardı ve işi garantiye almak için de Avrupalı dostlarını yardıma çağırdı. Haçlılar büyük bir coşku ve hevesle cevap verdiler. Üstelik pastayı da büyüttüler. Yalnızca Türkler Anadolu’dan kesin olarak bir daha geri dönmemek kaydıyla kovulmayacaklar fakat Kutsal Topraklar da kâfir Müslümanların elinden kurtarılacaktı.

Esasında o zaman Haçlı Avrupalılar hem Türklere hem de diğer Müslüman halklara unutmamaları gereken bir “Avrupa Birliği” dersi verdiler. Fakat biz ya çok unutkanız ya da hiç öğrenmiyoruz. Binlerce mil yolu göze alan İngiliz ve Fransız krallarından Alman İmparatoruna kadar Avrupalılar ortak bir hedef için ordularını ve uluslarını birleştirmeyi başarmışlardı. Üstelik kimin çağrısı ile. Biraz düşünün tanıdık gelecek. Ünlü Papa hazretlerinin kutsal çağrısı ile. Yanlış anlamayın 900 yıl öncesinden bahsediyoruz. Ulus-devletlerin piyasada olmadığı feodalitenin tüm Avrupa’da hakîm olduğu ve monarşilerin her yere kök saldığı ve Avrupalı hanedanların ve halkların birbirleriyle kıyasıya mücadele ettikleri devirlerden bahsediyoruz. Ancak Batı toplumlarını Doğu toplumlarından ayıran belki de en önemli parametre kritik noktalarda tek çatı altında toplanabilme ve ayrılıklarını daha sonra tartışabilme rasyonalitesi ve erdemidir. Haçlı seferlerine cevap veren Müslüman halklarda böyle bir rasyonaliteyi de erdemi de göremedik. Tersine bazı Müslüman halklar tek bir cephe oluşturmak yerine bölündüler ve Abbasi halifesi Papa hazretlerinin yaptığının onda birini yapma yeteneğini gösteremedi. Anadolu’da Kılıçarslan Danişmend Gazi ile yaptığı akıllı ittifak ile büyük ölçüde Selçuklu varlığını korumasını bildi ve belki de bizim hala Anadolu’da kalmamızı sağlayan raison d’etre’ı inanılmaz bir cesaret ve ferasetle yaratmasını bildi. Ama Haçlılar orduları çok ağır zayiat verseler de Kudüs’ü ele geçirmeyi başardılar ve en az bir 200 yıl da Orta-Doğu da kaldılar. Burada hiç kimse Haçlıların zayiatlarını ve 200 yıl sonraki “geri çekilişlerini” vurgulayarak esasında ne kadar büyük bir iş yaptıklarını göz ardı edemez.

III

Tarihte benim bildiğim hiçbir Doğulu ulus Avrupa’nın kalbine saldırmaya cesaret edip onu ele geçirebilme başarısı gösterebildi (Burada Cengiz hanın ve bir ölçüde Attilla’nın yönettiği Orta-Asyalı halkları istisna etmek isterdim. Ama tarih buna maalesef müsaade etmiyor). Paganist Persler Atina-Sparta müttefik Yunan güçleri karşısında M.Ö. 499-386 süresince yaptıkları iki deneme sonucunda da kesin bir hüsrana uğradılar. Bir yüzyıl sonra İskender Perslilere savaşın nasıl yapılacağı hem de tüm inceliği ile ve acımasızlığı ile hiç unutamayacakları bir şekilde Gordion Düğümünü kesmek yolu ile gösterdi. Büyük İskender tüm Pers imparatorluğunu yerle bir etti ve Orta-Doğu’yu kesin ve mutlak kontrolü altına soktu. Pers kralı kendi askerleri tarafından öldürüldü. Ne facia!(Bir Farisi-Amerikalı arkadaşıma, ki babası İran devrimi sırasında bir subay olduğu için Amerika’ya Türkiye üzerinden sığınmış bir eski askerdi, İskender hakkında ne düşündüğünü sorduğumda şimdi benim burada yazamayacağım bir ağız İngilizce küfürle bana cevap verdi. Tabi ben ne düşündüğünü anladım)

Fakat Doğulular vazgeçmedi. Daha sonra bu sefer Müslüman-Arap kuvvetleri kendi şanslarını Muaviye liderliğinde Konstantinople üzerinden başaramadıkları için İspanya üzerinden denediler ve Poitiers’de Charles Martel’in Avrupalı müttefik kuvvetleri karşısında 732’de durduruldular. Son olarak belki de tüm Doğulu denemelerin en sofistike ve en güçlüsü Müslüman-Osmanlı-Türk kuvvetlerine nasip oldu. Batı Türkleri tam 400 yıl bitmek tükenmek bilmeyen bir azimle ve arzuyla Avrupa topraklarında at koşturdular. Sonuç: Türkler 1683’te Viyana önünde bozguna uğratıldılar. Komutan ve sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın kellesi padişahın emriyle uçuruldu. Ne facia! Hikâyenin geri kalanı Türkler için facianın hacmini yalnızca büyütüyor. I. Dünya Savaşı sonrası Babil’i ve Persopolis’i Yunanlılara karşı(burada tabi İskender’in Makedonyalı oluşuna vurgu yapmak durumun vahametini azaltmıyor) kaybeden Persliler, Kudüs’ü Haçlılara karşı kaybeden Müslüman güçler gibi Osmanlılar da Müslümanların en kutsal mekânları olan Mekke ve Medine’yi İngilizlere kaybettiler. Şüphe yok ki Fahrettin Paşa’nın Medine Müdafaasını gözyaşları içinde dizlerimizi döverek ve dişlerimizi gıcırdatarak okuyabilir ve Arapları ihanetle suçlayıp mağlubiyetimizi onların sırtına yıkabiliriz. Fakat gerçek tüm acımasızlığı ve korkunçluğu ile tarihteki yerini koruyor.

Bu gerçek Doğulu ulusların tüm şanlı tarihlerine karşı Avrupa ve Batı’yı fethedemedikleri ama tersine Avrupa ve Batı’nın Doğu ve özellikle Orta-Doğu’yu defaten ve tümüyle fethedebildikleri acı hakikatidir. Burada Fransız ve İngiliz kuvvetlerinin I. Dünya Savaşı sonrası İstanbul’a muzaffer bir edayla nasıl girdiklerini hatırlatalım. Müttefik kuvvetlerin komutanı Fransız General Franchet d’Espérey beyaz atıyla bir ‘fatih’ gibi İstanbul’a girdikten sonra artık Haçlı seferleri sona erdi demişti. Dolayısıyla Amerika’nın neden Irak’ta olduğu da bu perspektif içinde anlam kazanıyor. Sonuç olarak Haçlı seferleri sırasında İslam halifeliğinin merkezi Bağdat değil miydi? Ve İskender’in amacı Doğu seferi sonunda Doğu ile Batı’yı Babil’in merkezliğini yapacağı bir imparatorluk altında birleştirmek değil miydi? Hem Bağdat hem de Babil’in Irak toprakları içinde yer aldığını söylemeye hacet yok.

Tabi tüm bu örneklerin Türkler ve diğer Doğulu uluslar için öğretici olacağı gene öğrenmeye direnen tarihimiz karşısında şüphelidir. Yenilgilerimizi erdemlerimizin yüceliğinin galip gelmesine ve iyilikseverliğimizin genişliğine bağlama şansımız da yok. Konstantinople’ı ele geçirdikten sonra bizzat Türk tarihçilerinin kaydettiği üç gün üç gece yağmalama sırasında bu özelliklerimizin gündeme gelmediği kesin. Veya Yavuz’un Anadolu’da Şah İsmail taraftarlarına karşı yürütülen büyük temizlik kampanyası sırasında da bu özelliklerimiz pek gündeme gelmedi. Kuyucu Murat Paşa’nın 100,000 insanı Celali ayaklanmaları sırasında öldürüp kuyulara doldurması ve muhterem lakabını bu şekilde kazanması meselesi sırasında da sözkonusu özelliklerin gündeme gelmediği kesin. Tüm bunlar bizi başkalarından daha kötü yapmıyor ancak daha da iyi yapmıyor.

Sonuç olarak ortada Batı’nın sahip olduğu ve hiç kimsenin inkâr edemeyeceği cinsten psikolojik bir tarihsel üstünlük sözkonusudur. İşin kötüsü ve daha kötüye giden yanı Batılıların bu tarihsel psikolojik üstünlüğü son 400 yıl içinde ekonomik, siyasal, teknik ve endüstriyel tüm diğer araçlarla perçinlemesi ve Müslüman Doğu ile arasında kapatılması zor bir global mesafe açmış olduğu gerçeğidir. Burada edebiyat, basın, eğitim, bilim vb. konularda varolan mesafeyi hiç hesaba katmıyoruz. Ve bu mesafenin terörist saldırılar yolu ile kapatılamayacağı ise kesin.

Batı’nın kriz içinde olduğu meselesi de bize ilaç olacak cinsten bir durum yaratmıyor. Tersine Batı’nın krizde oluşu Doğu için daha kötü günlerin geleceği anlamına gelebilir. Tarihte her ne zaman Batı’nın krizde olduğu hem Batı ve hem de Doğu siyasal ve entelektüel çevrelerinde çok konuşulur hale gelmişse bu tartışmayı Batı’nın yeni bir zaferi takip etmiştir. Haçlı Seferleri öncesi Batı’nın Doğu karşısındaki ekonomik geriliği ve Ortadoğu skolâstik çağ karanlığı mevzuları herkesin malumudur. Müslüman Türklerin Bizans üzerine yürüyüşleri keza cabası. Ancak Batı’nın bu yürüyüş ve hale verdiği cevap, Haçlı seferleri, Avrupa’nın yeniden mobilizasyonu ve geleceğin Rönesans’ı için büyük bir zemin hazırlamış ve motivasyon üretmiştir. Aynı şekilde XV. ve XVII. yy. arasında Osmanlı-Türklerinin “relentless” ataklarından bunalan Avrupa’nın coğrafi keşifler ve Reform-Rönesans hareketleri yoluyla kendini toparladığına şahit oluyoruz. Dolayısıyla Batı’nın bunalım içinde olduğu Doğu’ya bir avantaj sağlamıyor. Tersine Batı’nın kendi kendini toparlaması için bir self-kritik karakteri taşıyor. Kuşkusuz böyle bir avantaj sözkonusu olsaydı bizim bu avantajı en güçlü olduğumuz tarihsel atmosferlerde ve anlarda kullanmamız beklenirdi.

IV

Evet. Herhalde bu kadar tarihten sonra kimse benim kendimi Avrupalı hissettiğime inanmaz. Ancak kendimi Doğulu hissetmekten de pek hoşnut olduğum söylenemez. Ve sonuç olarak 600 yıldan (Çimbe kalesi, 1353) fazla Avrupa topraklarında kalmış ve o topraklara silinemeyecek izler bırakmış bir imparatorluğun evladı olarak kendimi hissettiğim de inkâr edilemez. Ancak garip bir şekilde bu durum benim kendimi Avrupalı hissetmemi de sağlayamazken Orta-Doğulu olarak hissetmemi de “effectively” engelliyor. Ne dilemma! İşte insanların Türkiye ve Türkler hakkında bir kitap yazmak istediklerinde neden “Doğu ile Batı arasında” deyimini kullanmak zorunda kaldıklarının tılsımı bu yaman dilemma da varlık buluyor. Biz bu “Doğu” ve “Batı” denen dünyalar arasında sıkışabiliriz de bir köprülük görevi de üstlenebiliriz. İkinci durum bizi tarihsel olarak özellikle Avrasya coğrafyasının tüm dünya tarihinde oynadığı kritik rol düşünülürse merkezi bir konuma taşırken, ilk durum sözkonusu coğrafyanın hassas dengeleri ve hata kaldırmaz doğası düşünülürse bize tarihte hiç görmediğimiz cinsten felaketler getirebilir. Esasında son 600 yıllık tarihimiz düşünülürse her iki durumu en parlak ve en korkunç halleri ile yaşadığımız da kolaylıkla görülebilecektir. Tabi bu anlamak isteyenler için neden Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm Orta-Doğu Müslüman ulusları ve siyasal yapıları içinde Müslüman olan tek demokrasi olduğunu veya İslam olmakla beraber seküler bir siyasi sisteme sahip olmak istencini gösterdiğini de bize anlatıyor. Çünkü biz her iki dünyanın arasındayız ve istesek de istemesek de her iki dünyadan da elementler alıyoruz.

Aynı paradoksal hal neden bizim AB’ne girmek istediğimiz konusunda da bir fikir veriyor. Ve AB’nin Fas ya da başka bir Müslüman ulusa hiç düşünmeden red cevabı verebilecekken bize Müslüman bir ulus olarak açık olarak tavır alamamasını da açıklamaktadır. Onlar da bizim tarihte çok uzun yıllar ihmal edilemeyecek bir köprü görevi gördüğümüzü Orta-Doğu’nun değerlerini ve İslam’ı Batı’ya taşırken Avrupalı ve Hıristiyan elementleri de kendi sistemimize entegre etme yeteneğini Orta-Asyalı bir göçebelikten kalma dinamizmle başardığımızı biliyorlar. Ve son iki yüzyıllık Osmanlı-Türk modernleşme çabalarının da farkına varmamak için birinin Marslı olması gerekir.

Ancak bu noktada yukarıda bir ölçüde anlatmaya çalıştığımız Garp ile Şark arasındaki tarihsel psikolojik üstünlük sorunu ortaya çıkmaktadır. Garip olan her iki kampta da neredeyse eşit ölçüde AB-Türk entegrasyonuna karşı çıkan güçlerin varolmasıdır. AB Türkleri asimile edemeyeceğinden dahası entegre edemeyeceğinden korkmaktadır. Türkiye’deki kimi güçler ise Türklerin AB çatısı altında ulusal bilinçlerini ya da dini inançlarını yitireceği yani asimile olacağı korkusuyla geceyi gündüz edememektedirler. Eğer her iki tarafın korkuları da doğru ise Türklerle Avrupa arasındaki savaşta psikolojik üstünlüğün kime geçtiği konusu hala belirsizliğini korumaktadır.

Bu noktada neden kimilerine göre küçük bir toprak parçası olan Kıbrıs’ın Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki müzakereleri askıya alabilme kudretine haiz olduğunu sormak elzem oluyor. Esasında sorunun cevabı çok açıktır. Kıbrıs Türklerle Avrupalılar arasındaki güç savaşının ve tarihsel psikolojik üstünlük mücadelesinin en açık göstergesi olarak kendini göstermektedir. Sorun Kıbrıs’ın Akdeniz’de haiz olduğu jeopolitik önem veya Rumların yıllar boyunca Türklere yaptığı mezalim veya Rumların anlaşmalara uygun hareket etmeme kötü alışkanlıkları da değildir. Biz Kıbrıs’tan çok daha önemli jeopolitik noktalardan vazgeçtik ve daha büyük zulümlere maruz kalan kardeşlerimize de yardım elimizi uzat(a)madık. (Bosna’ya karşı tarihsel sorumluğumuz ve vicdani borcumuz silinemez bir tarzda varlığını sürdürdüğünü bu noktada hatırlatalım).

Mesele Türklerin Alparslan liderliğinde Yunanlılara karşı Malazgirt’te 1071’de elde ettikleri psikolojik ve siyasal üstünlüğün tarihsel devamlılığını ve sürekli korumasını her ne pahasına olursa olsun sağlamaktır. Ve Kıbrıs bu noktada sözkonusu meselenin en canlı hayat alanı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu noktada neden Mustafa Kemal’in bu ülke insanının hafızasına bu ulusun gelenekleri ile karşıtlık arzeden bir sürü devrimi gerçekleştirmesine rağmen silinemez tarzda yerleştiği de umarız anlaşılır. Sonuç olarak Gazi Anadolu’yu Türklerin Yunanlılar karşısında 1071’de elde ettiği kazanımları üstün bir çabayla koruyan “gaziler birliği”ni 600 yıl önce Alparslan’ın tarihsel mirasçısı Osman Bey’in yaptığı gibi organize etme ve zafere taşıma yürekliliği, basireti ve azmini göstermiştir. Ülkemizin “ver-kurtulcu” pragmatik-kolaycı sözüm ona realist eliti kadar Türk milletinin sanki 80 yıllık tarihi varmış gibi hareket etme acziyeti içindeki tarihsel hafıza dumuru elitlerinin de bu hakikati fark etme zamanı geldi ve geçiyor. Bu arada Mustafa Kemal’e ve Cumhuriyet’e saldırmaktan özel bir zevk alan kendinden menkul zevat da bu listenin olmazsa olmazlarından biri olarak yerlerini alıyorlar.

Rumlar ve Yunanlılar Avrupalı müttefikleri ile birlikte ısrarlı bir şekilde neden sanki Türklerin burnunu sürttüklerini tüm dünyaya göstermek için Kıbrıs meselesini olmayacak devasa bir problem haline getirmek için gece gündüz demeden çalıştıklarını bu ülkenin hala aklıselimini kaybetmemiş insanlarının kendilerine bir sormaya ihtiyaçları vardır. Kıbrıs’ta Annan planı ile Türkler iyi-niyetlerini göstermişlerdir. Ve planın kendisine göre -ve bunu kimi Avrupalı diplomatik çevreler sessiz bir şekilde de olsa kabul ediyorlar- referandumumu kabul eden değil reddeden taraf cezalandırılacaktır. Fakat aradan geçen zaman içinde Avrupa ve Rum-Yunan tarafları Kıbrıs Türklerini ödüllendirmek bir yana onlarla birlikte Anadolu Türklerini de cezalandıracak bir retoriğe ve politikaya meylettiklerini en açık bir şekilde gösteriyorlar. Muhataplarımız kendi verdikleri sözlere uygun hareket etmezlerse o zaman bizim onlara güvenmemiz de mümkün olmaz. Prensiplerden yoksun insanlarla ve uluslarla birlikte iş yapmamız da mümkün değildir. Bu itibarla bu ülkenin yarı-İslamcı hükümeti iktidarda kalmak için ve onun lideri Cumhurbaşkanı olma sevdası yüzünden böylesi önemli ulusal bir konuda olmayacak bir taviz verirlerse veya sorunu Türk kamuoyundaki AB karşıtlığını kazanmanın bir kartı haline getirilerse tüm tarih önünde ağır bir sorumluluk altına gireceklerdir. Mevzu sadece Kıbrıs değil Anadolu Türklerinin tarihsel psikolojik üstünlüğünün varlığını en ağır koşullar altında rasyonel dünyadan kopmadan sürdürmesi meselesidir ve bu mesele ister Kemalist ister İslamcı hiçbir güç tarafından istismar edilemeyecek ve iç politika malzemesi yapılamayacak bir karaktere sahiptir. Eğer Türk liderleri ve Türk milleti bu konuda hassasiyetini gösteremezse hiçbir konuda gösterme şansı olmayacaktır. (Bu arada İslamcı ve Kemalist medyamızın olaya tepki(?)sinin de içler acısı olduğu da not edilmelidir) Son olarak maalesef tüm bu işaretlerin Türklerin psikolojik durumları hakkında iyi bir fikir vermediği de söylenmelidir.

V

Burada umut edilir ki her iki dünyadan elementler alma ve iki dünya arasında bulunma durumu bizi tarihte arka arkaya ve neredeyse istisnasız bir şekilde doğulu ulusların başına gelen felaketlerden korumaya bizi bu sefer de muktedir kılar. Sonuç olarak Batı sınırında olduğumuzu ve cephenin hemen önümüzde uzandığını hatırlatmaya gerek yok. İç rahatlatıcı bir gerçek olup olmadığından emin olamamakla birlikte bin yıldır doğu-batı sınırında yaşamayı ve ayakta kalmayı başarmakla Türklerin rüştünü ve bağışıklığını Batılılara ispatladığı düşünülebilir. Burada I. Dünya savaşı sonunda hemen hemen tüm Doğu coğrafyasının Bati sömürgeciliğine esir düşerken Türklerin kendi bağımsızlıklarını koruduklarını hatırlatalım. Çinlilerin kutsal ve yasaklanmış başkentleri Pekin'in bile Batinin muzaffer yüzyılı 19.yy. Garba teslim olduğunu hatırlatalım. Hindistan ve İran’daki Türk hanedanları kudretlerini yitirirken yerlerini Anglo-Saxonlara terk etmis ve Osmanlı Türkleri Mısır dahil Orta-Doğu üzerindeki egemenliklerinden vazgeçmek zorunda kalmışlardı. Bu arada eski Altınordu bölgelerinin çok önceden Rus kontrolüne geçtiğini ve Orta-Asya ile Kafkasya üzerinde de Rus gücünün pençelerinin gölgelerinin 19yy'da düşmeye başladığı düşünülürse I. Dünya savası sonrası Anadolu'da İttihatçı-Jön Türk elitin Müslüman halkla işbirliği yapması ile gerçekleştirilen direniş, müdafaa, mücadele ve kurtuluş savasının hiç bir şekilde aşağılanamayacağı anlaşılır. Türklerin hattı değil sathi müdafaa seklindeki böyle bir vatan müdafaası anlayışına evriminde Türk tarihsel misyonunun ateşi kadar Osmanlı-Tanzimat modernleşme ve İttihatçı uluslaşma mücadelesinin de büyük bir rol oynadığı akıllardan silinmemelidir.

İstanbul’u işgal eden işgal güçleri kendilerinin de gizli arşivlerinde belirttikleri gibi Türk davasının artık bittiğine inanma noktasına gelmişlerdi. Çanakkale’de gösterilen inanılmaz destan ve kahramanlık sonrası müttefikler için işgal büyük bir ödül olmuş olmalı ki Haçlı seferi komutanı edasıyla Konstantinople'a girmeye bile onları sevketti. Müttefik mantığı basitti:

(1) 500 yıllık Türk başkenti ve 600 yıllık Osmanlı saltanatı ve 1000 kusur yıllık Müslüman halifesi kontrol altına alındı

(2) Osmanlı Mebusan Meclisi bir sure sonra kapatılmak suretiyle Türk organizasyon gücüne ağır bir darbe vuruldu ve hatta Osmanlı-Jön Türk elitlerin bir kısmi da Malta'ya sürüldü

(3) İttihatçı liderler Enver Pasa, Talat Pasa ve Cemal Pasa ülkeyi terk etmeye mecbur bırakılmak suretiyle Osmanlı siyasal, sivil ve askeri liderliğine ağır bir darbe vuruldu.

(4) Türk müttefikler olan Alman ve Avusturyalılar kesin olarak safdışı bırakıldılar.

Bu tablo içinde yalnızca müttefikler değil fakat aklıselim herkes Türklerin bittiğini ve teslim olmaktan başka çarelerinin olmadığını düşünebilirler.

Ama temel kredi İttihatçı çekirdek kadroda olmak üzere Türk milleti bir kez daha dokuz canlı olduğunu bu zorlu atmosferde gösterdi ve büyükbabamın deyimiyle sıfırdan yeniden organize olmayı başardı ve kendine biçilen kefeni yırtmasını bildi. Belki de o anda biz dünyaya ama özellikle Batı’ya Hasta Adam olmadığımızı yalnızca Yorgun Savaşçı olduğumuzu göstermiş olduk. Türklerin "yırtık pırtık", "yorgun" ve "usanmış" olsa da nereden geldiği belli olmayan bir "güven”leri vardı. Ve o güven bizi en zor zamanlarda tarihte zafere taşımıştı. Ve o güvenle Anadolu'da varolacağımızı muhataplarımıza defalarca gösterme yeteneği ve büyüklüğü bize bahşedildi. Ve belki de o güven bizi tüm Doğu tarihi içinde Bati karşısında ezilmeyen tek ulus olma kategorisi seviyesine ve Batı'ya boyun eğmeyen nihai ve istisnai millet olma derecesine bizi Allah'ın izniyle ulaştırmaktadır. Tüm bunlar ne ırkçı bir söylemdir ne de Türklerin üstünlüğüne inanma gafleti ile edilen sözlerdir. Yalnızca tarihin bize biçtiği bir rolün kendi ulusunun hatalarını ve disiplinsizliklerini olabilecek en ağır sekliyle yerden yere vuran ve kendi kendisiyle olduğu kadar kendi ulusuyla da ciddi sorunları olan ve bu yüzden olmadık eleştirilere de uğramış biri tarafından ifadesi olduğunu söyleyelim.

VI

Benim kafamda hala o İrlandalı hocanın bir Türk kendine Avrupalı olup olmadığını sormalı sorusu çınlıyor. Ve görünen o ki bu çınlama bundan sonra da hayatımın ayrılmaz bir parçası olacak. Garip olan aynı ders sırasında da ben “Orta-Doğu ve İslam” üzerine bir sunum yapmış ve bu yazıda anlattığım Batı-Doğu gerginliğine ait kimi noktalara değinip “Radikal Islam versus Western Democracy” tarzı bir yeni formülün bu tansiyonun belki de son Modern şekillenişi olabileceğinden bahsetmiştim. Daha garibi AB dersinden sonraki hafta kendimi saçları beyazlamış Doktora adayı ve uzun yıllarını Amerikan Dışişlerinde harcamış izlenimi veren bir sınıf arkadaşımın “çatışma çözümü” konusu olarak “Kıbrıs”ı ele alan bir sunumu karşısında buldum. Allahın işine bakın ki Amerika’da bile Kıbrıs ne hikmetse AB’yi ve Orta-Doğu’yu takip etmelidir. Arkadaşım Amerikalılara özgü sakinlik, eminlik ve organizasyon ile sorunu aşağı yukarı doğru olarak sundu. Ancak sunumun sonunda nedense ben bir Türk olarak hesabın Türklere çıkarıldığı gibi bir izlenime kapıldım. Sonuç olarak sanki Türkler “did not get it” gibi bir ima hissettim.

Ve bu sefer önceki AB dersindeki sessizliğimi koruyacak bir sakinlik gösterecek gibi de değildim. 15 Temmuz 1974’de doğan ve aynı gün Kıbrıs harekatı kararı Meclisince verildiği için isteklerine kavuştuğunu düşünen bir büyükbaba tarafından ismi verilen biri olarak herhalde sessiz kalamazdım. Estim ve dahi gürledim. Belki herkes “evet görüyor musun? Sorunun ne olduğu belli” diye düşündü. Belki de meselenin yalnızca taraflardan birinin demokrasi ve barış algılamasının bozukluğunun ötesinde psikolojik-tarihsel bir mücadele olduğunu herkes hissetti. Ama kesin olan ve benim de altını çizerek muhataplarıma duyurduğum nokta barışçıl bir demokrasinin hem Batı ve hem Doğu küresinde hakim olabilmesi için her iki kürenin orantılı bir şekilde birbirleri karşısındaki önyargılardan vazgeçme iyi-niyet ve fedakârlığını göstermeleri gerçeğiydi. Bu itibarla Kuzey Müslüman Türk Kıbrıs’ın Güney Hıristiyan Rum Kıbrıs ile birleşebilmesi veya aynı çatı altında yaşayabilmesi için de aynı koşulların gerektiği, dolayısıyla hesabın bir tarafa çıkarılmasının imkân dahilinde olmadığı belki de meselenin özüydü.

VII

Eğer insanlık modern zamanlarda demokrasinin dünyanın gelmiş geçmiş en iyi düzeni olduğuna kani ise ve globalleşmenin nimetlerinin eninde sonunda herkesin yararlanabileceği bir niteliğe bürüneceğine inanıyorsa bunun tüm dünyaya orantılı bir şekilde yayılabilmesi için hiçbir ulus, bölge ya da inanç sisteminin haklarından ve tarihsel misyonlarından tek taraflı vazgeçmesi ile bunun gerçekleşeceği saflığına kapılmamalıdır. Demokrasinin Doğu küresine ve fakat daha önemlisi Müslüman dünyaya yayılabilmesi için demokrasinin bir Batılı ve Hıristiyan değer gibi algılanmamasının şart olduğu kesin olarak anlaşılmalıdır. Dolayısıyla demokrasi ve insan hakları söylemi ile hiçbir ulusun binlerce yıllık müktesebatından şu ya da bu “müktesebat” gerekçesi ile vazgeçemeyeceğini ve vazgeçmemesi gerektiğini muhataplarımız kadar kendimiz de anlamaya muhtacız.

Tüm bunlar yaşadığımız ülkenin daha fazla demokratikleşmesi ve insanların kendilerini daha özgür hissetmeleri ve bunu da hür bir şekilde ortaya koyma haklarından hiçbir şekilde vazgeçme anlamına da gelmiyor. Biz kendi demokrasimizi ve insan haklarımızı yaratacak kaynaklara ve iradeye sahip değilsek başkalarından insan muamelesi görmeyi istemek acınası bir acziyet hali bile değildir ve yalnızca çarpıklığa çarpıklık kapatacak bir talep olur.

Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan hemen herkes Avrupa Birliği’nin asimilasyonuna uğramaya karşıdır. Aynı ezeli çoğunluk Türklerin dünyadan izole bir şekilde yaşamalarının artık mümkün olmadığını da kavramalıdır. Türklerin 1000 yılı aşkın bir süre önce başlayan Batı yürüyüşü şu ya da bu mecra dahilinde ilerleyişini sürdürmelidir. Ancak bunu yaparken teslimiyetten de başıbozuk bir asilik ve kabadayılıktan da kaçınmamız gerekiyor. Avrupa Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti belki de son bin yılın görmediği cinsten bir uzlaşmayı başarabilirse bu tüm dünyanın kazancına olacaktır. Ancak bunu yapabilmek için Avrupalı liderler kadar Türk liderlerin de gerçek bir tarih şuuruna sahip olmaları gerekmektedir. Sözde Müslümanlık kadar sözüm ona bir milliyetçilik ve laiklik söylemi de Türkleri böylesi kritik bir tarihsel eşikte korumaya yetmez. Böylesi kritik bir eşikte eğer İslamcı-Kemalist, Türk-Kürt ya da Alevi-Sünni diye ayrılırsak bu durumu yalnızca daha da kötüleştirecektir.

Ve eğer tökezlersek kimsenin bize yardım eli uzatmayacağını da bilelim.

Allah yardımcımız olsun.

Hiç yorum yok: