BEŞ YILIN ENVANTERİ I:2002-2003 Başyazılar

(1) Mayıs 2002
Batılılaşma, Avrupalılaşma ve modernleşme kavşağında
TÜRKİYE YÖNÜNÜ ARIYOR
.. Bugün Türkiye’de değişik isimler altında neredeyse “tek parti” vardır. Bu tek partinin niteliği de herhangi bir siyasi düşünce, tasarım ve ilkeye dayanmanın olumsuzlanması, hiçbir derinlik ve inanmışlık taşımayan düşüncelerin şalıyla sığ pragmatizm ve oportünizmlerin üzerinin örtülmesi kurnazlığından başkası değildir. Biz, siyasal düşünce(ler) olmadan, siyasetin de olmayacağı kanaatini taşımaktayız. Bugünkü sorunumuz, herşeyden çok ‘büyük politik anlatılardan’yoksun kalmış olmamızdır...
Siyaset, tez ya da proje siyasetine dönüşmeli, siyasete adım atmak isteyenlerden ‘tezi’, ‘projesi’ ve ‘tasarımı’ sorulmalıdır. Yarın Dergisi olarak bizler, siyaset ile siyasi düşünce arasında kopan bağın yurttaşlık ve yurtseverlik bağlamında yeniden kurulmasına çaba göstereceğiz… siyasi eylem ve tutumların, ‘tasarımcı düşünce’ eksenine oturmasıyla Türkiye’nin verimli, yaratıcı ve sorun çözücü bir atmosfere kavuşacağına inanmaktayız. … Yarın Dergisi, Türkiye gözlüğünden başka hiçbir gözlük takmayacaktır. Hangi düşünce, görüş ya da inancı benimserse benimsesin muhataplarında öncelikle iki şey, Türkiye’ye aidiyet (yerlilik) ve haysiyet arayacaktır. … Yarın Dergisi, “kendine dayanmayı” önceleyecek, milletin imkan ve kabiliyetlerine (öz)güvenin geliştirilmesine çalışacaktır. Bu bağlamda, yurtseverlik/vatanseverlik ve yurttaşlık temelinde bir ortak ülkü ve biz bilincinin geliştirilmesini hedefleyecektir. Hiçbir suni ayrım ve dışlamaya yer vermeyecek, şairin diliyle “bu cennet, bu cehennem bizim” hissiyatıyla hareket edecektir. Düşünce ve tutumlarında milletin varlık ve bekasını esas alacaktır. Bu bağlamda milli meşruiyeti ölçü alacaktır. Devlet de dahil olmak üzere her siyasal, sosyal, kültürel olguyu milli meşruiyeti içerdiği kadar onaylayacak, uzak kaldığı kadar eleştirecektir. Milli Meşruiyetin kıstası ise milletin, eşit, özgür ve adil seçimlerle belirttiği iradedir. Yarın Dergisi, bütün iktidarın millete devredilmesini isteyecektir. Bağımsızlık ve milli hakimiyet bizim şiarımızdır. Yarın Dergisi, devletin, siyasetin, ekonominin ve kültürün özgürleştirilmesi ve demokratikleştirilmesini koşulsuzca sahiplenip savunacaktır. Yarın Dergisi olarak yerli ve haysiyetli her kişi ve kesimi, bir kez daha ortak sorunlarımıza çözüm aramak için işbirliği ve dayanışmaya davet ediyoruz.

(2) Haziran 2002

Sahte kavgalar, yitik kuşaklar, derinleşen bunalım
TÜRKİYE’NİN SOĞUK SAVAŞI BİTTİ Mİ?
… Türkiye’nin yönsüzlüğü ve … dar, sahte ve kısır “tartışma düzeyine” saplanıp kalma ihtimalinin ardında uzun bir tarihi süreçle, sürecin içinde biteviye tekrar eden derin yapısal problemler vardır. Türkiye’nin yönsüzlüğünden kurtulabilmesi… sahte kavgalar, sahte kavgalara kurban edilmiş “kayıp kuşaklar” ve bu düzlemde negatif sosyo-politik seleksiyon yaşadığı erken tarihine eğilmek, “kendi üzerine” yurtseverce düşünmekle mümkündür. Acılı yakın geçmiş üzerine kafa yormak, herkese bu geçmişten pay düştüğü için şüphesiz hiç kolay değildir. Fakat bu noktada “toplumsal sağaltım” yaşamadan da Türkiye’nin ve Türk insanının derinleşen krizlerinden çıkış yoktur. Varlığı ile ülkesinin varlığı ve bekası arasında kopmaz bir illiyet bağı hisseden herkes, zor ama “olmazsa olmaz” bu görevi başarmak için iletişim kanallarını birbirine açmalıdır. … Yaşanmışlığı bilince taşıyacak toplumsal refleksin geliştirilmesiyle işe başlanmalıdır. Bu da Türkiye’nin toplumsal enerjisinin serbest bırakılması ve milletin, macerasını özgürce yaşayabilmesinden geçmektedir. Devletin, toplumsal enerjiyi güvenlik ya da başka kaygılarla bastırıp hapsetmeyeceği bir sağduyu çizgisine çekilmesi ve dünya sisteminin boyun eğdirmelerine direnecek milli ve demokratik bir bloğun inşa edilmesi bugün Türkiye’nin birinci önceliğidir. Milleti değil, devlet aygıtını ve devlet içindeki güçlü pozisyonlarıyla millet aleyhine elde ettikleri çıkarlarını önceleyen ve durmadan “devlet tapınmacılığı” üreten iktidar çeperi Türk devletini batı merkezleri önünde biçareliğe düşürmektedir.

(3) Temmuz 2002

Yeni bir sahte cepheleşme: AB’ciler ve Anti-AB’ciler
TÜRKİYE’NİN AVRUPA SİYASETİ VAR MI?
Türkiye’den taraf olmak …
Taraf olanlar AB’ni refahın, özgürlüğün ve hukukun tek adresi görüyorlar. AB dışında kalacak bir Türkiye için karanlık senaryolar çiziyorlar. Karşı olanlar, AB’de yok oluş ve etnik bölücülük görüyorlar. Türkiye kamuoyunun aklı ise, hayli karışık… … AB konusunda kamuoyu ve kurumları bilgilendirmesi gereken kuruluşlar AB’ci psikolojik harekatın araçlarına dönüşmüş durumda. AB, çoktan dış ilişkiler gündemi olmaktan çıkmış ve içerde güç için savaşan politik ve ekonomik aktörlerin elinde keskin bir kılıç gibi kullanılmaktadır... AB’ciler çıkarlarını, Türkiye’nin AB tarafından kontrol edilmesinde görmektedirler. Anti-AB’ciler ise, neredeyse Avrupa’ya sırtını bütünüyle dönmeyi önermekteler. …
Türk halkının refah,özgürlük ve hukuk içinde yaşama arzusunu AB ile kaim saymak ya da eşitlemek, olmazsa bir felaketten bahsetmek halka güvensizlik, halkı kullanmak ve kandırmaktır. …
Türkiye, iç bölünmelerden, cepheleşmelerden, husumetlerden çok çekti. Kendini bu ülkeye ait hissedenlerin AB’nin aşırı tarafı ya da karşıtı olmaktan elde edeceği bir şey yoktur. Ancak ülkesine, yani Türkiye’ye taraf olmaktan sayısız kazanımları olacaktır. Bugün Türkiye’nin baş belası hem iç hem dış meselelerdeki “siyasetsizliği”dir. Maalesef sağlık, tarım, eğitim vs. siyaseti olmadığı gibi Türkiye’nin bir “Avrupa siyaseti” de yok görünmektedir. “Siyasetsizlikten” kurtulmak, her alanda giderek artan problemlerden kurtuluşun da çaresi olacaktır.

(4) Ağustos 2002

Ekonomik ve politik kriz, seçim, Irak, AB sorunları bekliyor
SİYASETSİZLİK TÜKETİYOR!
Yeni Türkiye, yerli/sahici projelerden doğacaktır … Türkiye’nin tarihsel bunalımının temelinde “kendini bilmeme” krizi yatmaktadır. Türkiye, kendini bilmediği gibi, kendini arar da görünmemektedir. Dışarıda, başkalarının kendi tarihsel-toplumsal var oluşları için ürettiği düşünce veya yöntemlerin peşine takılarak yön aramaya devam etmektedir. Öte yandan her tarihsel dönemeçte bu yönelimleri de hüsranla bitmektedir.
Biz Yarın Dergisi olarak, başından beri hiçbir ön ya da art koşul koymadan “kendine dönme”, “kendini bilme” ve biz olarak, “kendimiz üzerine düşünmenin” esas sorumluluğumuz olduğuna inanmaktayız. …
Millet ve devlet olarak tarihin kader anlarından birinde daha pusulasız ve siyasetsiz vaziyetteyiz. Biz kimiz, neyiz, nereden geliyor ve nereye gidiyoruz? Halimizin bize söyledikleri nedir, istikbalimizden ne bekliyoruz? Bu basit görünen, fakat çok önemli olan soruları, toplumsal etkileşim içinde ve ortak çabayla cevaplamalıyız! ...
Yeni Türkiye, sahte, iki yüzlü, laf kalabalığını proje diye yutturan, ipi başkasının elinde “uğursuz bünyeler”de değil, millet enerjisinin açığa çıkıp harekete geçtiği paylaşımcı ve katılımcı demokratik vasatlarda inşa edilecektir. Siluetler halinde ortada dolaşan “değişimci” ve “yenilikçi” karikatürleri, Türkiye’nin kendi küllerinden yeniden doğma isteğini, bilerek ya da bilmeyerek boşa çıkartabilirler. Bunlar, milletin yenilenme isteğinden sadece söz ve rol çalmaktalar. Yenilenme talebini hayata geçirecek ufuk, proje ve kadroları olmadığından başka hesaplara kurban edebilirler. Yeni Türkiye’yi kuracak hareket, beslendiği millet enerjisinin zenginliğine yaraşır biçimde çok sayıda renk taşıyacak ve barındıracaktır. Tarih sahnesine fırlayacak bir irade, Yeni Türkiye’yi ayağa düşmekten de, ulaşılamayan “kızıl elma” olmaktan da kurtaracaktır. Öyle anlaşılıyor ki kriz, daha da derinleşecek, derinleştikçe de çözüm tomurcuklarını bağrında filizlendirecektir. …
Bundan sonra “kurtarıcı adaylarına”, “projen nedir ve senin midir kardeşim?” diye sormalı, meseleye bir de bu tarafından bakmalıyız.

(5) Eylül 2002

Bir uygarlık yolu ve jeopolitika olarak
AVRASYA UFKU Türkiye/Avrasya bilinci
... Türkiye’de tarih hiç yaşanmamış gibidir. Sosyo-politik hafıza ve algı, tarihteki tecrübelerin birikimlerini taşımak ve yansıtmaktan uzaktır. Anadolu jeopolitiği, jeokültürü ve jeoekonomisi bağladığı mekan ve zamanlarla bir bütündür ve ancak tarihinin, toprağının ve halkının bilincinden beslenenlere yaşama şansı tanır…
Türkiye, doğusuna batısına , kuzeyine ve güneyine de ‘açık’ olacak, coğrafya ve tarihinin doğal uzantılarından hem etkilenecek hem de buraları etkileyecekti. Saha bütünlüğü içinde barışın ve gelişmenin timsali olacaktı. …
Türkiye, içeride halkının, dışarıda Avrasya’nın dinamikleriyle bütünleşebildiğinde, ister dahili işbirlikçiler, ister dünya sisteminin baronlarından gelsin, her türlü boyun eğdirme girişimini savuşturacaktır. …
Batı/Avrupa kendi içinde kapsamlı bir entegrasyona giderken, kendi dışında desentegrasyonu dayatmaktan, mikro milliyetçilikleri kışkırtmaktan vazgeçmelidir…
Türkiye’nin, iç barışı ve refahını sağlamak kadar bölgesinde kurucu ve tayin edici olabilmesi, öncelikle halkının eğilim, arzu ve iradesi doğrultusunda ‘iç ve dış siyaset’ izleyecek ölçüde… ‘peykçi siyasetlerden’ ‘Türkiyeci/Avrasyacı siyasete’ köklü bir dönüşüm geçirmelidir.
Batıyla kaç zamandır süregelen ‘bağımlı ilişki tarzı’ temelli ve doğru bir değişime uğratılmadan, Türkiye’nin krizleri bitmeyecektir.

(6) Ekim 2002

Türkiye kavşak noktasında!. Savaş ve Seçim
Küresel faşizme karşı insanlığın vicdanı ...
Bugün için Türkiye'nin iç meselesi sayılabilecek hadiseleri doğuran nedenin , gerçekte içbünye ile alakalı olmadığını, Türkiye ve bölge üzerinde yoğunlaşan "büyük oyunun" parçası gibi ortaya çıktığını müşahade etmekteyiz...
İki kutuplu dünya düzeninin çatısı Avrupa'da çatılmıştır. Tek kutuplu dünya düzenini kurmanın savaşımı Avrasya'da verilmektedir. Tek kutuplu yeni bir dünya düzeninin mi, yoksa 19.yüzyıldakine benzeyen bir yeni güç dengesinin mi ortaya çıkacağı sorusu, Avrasya'da cevaplanacaktır...
Küresel finans kapital, şimdilik vatan olarak Amerika'yı kullanmakta, faşist ve despot tek dünya devleti kurma mücadelesini, sadece insanlığın dış sınırlarında değil, Amerika'nın içinde Amerikan vicdanına karşı da sürdürmektedir... faşist küresel patronlara ve küçük faşist yerel derebeyliklere dönüşmeyen ve insanlığı ve milletleri kırk katır mı kırk satır mı çaresizliğine mahkum etmeyen barışçı ve özgürlükçü bir insanlık vasatının olabileceğinin anlaşılması ve istenmesidir.
Küresel oligarşi, düşman gibi görünse de yerel oligarşiler üzerinden kurduğu yaygın denetim ağıyla hakimiyetini sağlamaktadır. İnsanlığı kıyamete doğru sürükleyen bu küresel denetim ağı insanlığın ortak vicdanı ve çabasıyla bir noktada durdurulmazsa, gelecekte karanlık günler beklenmelidir… insanlığın vicdanı, refah ve tüketim yoluyla sömürü ve baskıya fazlaca eklendiğinden dolayı, Batı'dan değil, Doğu ve Batı'nın sentezinden yeşermeye daha elverişlidir...
Türkiye, bugünkü bitap düşmüş halini geçici sayabildiği ve gözlerini geleceğe dikebildiğinde yeniden benzer bir işlev ile insanlığın özgürlük ve adalet arayışının hakiki adresi olacaktır.

(7) Kasım 2002

Devlet, Derin Devlet ve Oligarşi
OLİGARŞİYE KARŞI MİLLETİN DEVLETİ
En basit tanımıyla devlet, belli bir ülkede yaşayan bir topluluğun varlığını ve sürekliliğini idame ettirmek için ortak otorite ve ortak kanunlarla meydana getirdiği teşkilattır...
Bu topraklarda kadim dönemlerden bu tarafa yan yana, iç içe yaşamış halklar, dinler, diller ve ırklar, taşları sökülüp yeniden dizilebilecek 'mozaik' değil, kimyaların birbirinde eridiği bir 'alaşım' meydana getirerek, tarihin en eşsiz 'ortak yaşama modelini' geliştirmişlerdir. Osmanlı Devleti bu modelin geniş coğrafyaya yayılarak, Cumhuriyet ise emperyalizmin saldırı ve yok etme hamlelerine rağmen daralarak Anadolu coğrafyasında tarihe nakşettiği yaşama istek ve iradesinin ifadeleridir. …
(Türkiye), çıkarlarını kapitalist metropollerin çıkarlarıyla birleştirmiş komprador 'dar bir zümrenin' devleti ele geçirme, devlet üzerinden millet kaynaklarını sömürme çalışmalarıyla, 'millet güçlerinin' bu oligarşik saldırıya karşı koyma mücadelesine sahne olmuştur ve olmaya bugün de devam etmektedir. Oligarşi-Millet mücadelesinin safhaları içinde ve oligarşinin devlet üzerindeki kuşatması daraldıkça, 'millet güçleri'nin sergiledikleri direnişler, adına 'derin devlet' denebilecek informel savunma gruplarını ve reflekslerini ortaya çıkarmıştır. Bu bağlamda devleti yeniden düşünme çabası çerçevesinde 'derin devlet' kavramını, millet ruhundan beslenen milli öbeklerin devleti oligarşinin tasallutundan koruma çabaları olarak tanımlayabiliriz.
Bu noktada bürokratik ayrıcalıklarına dayanarak güç ve servet edinme adına oluşan 'çeteleşmelerle', 'derin devlet refleks'i birbirinden ayrı yere konmalıdır. 'Derin Devlet', milletin tarihte kalma ve geleceğe uzanma azminin açığa çıktığı, dinamiğini kişi veya grup egosu ve çıkarından değil, millet ruhundan alan ve milletin, devletine sahip çıkma davasının tezahürü biçiminde ortaya konan tutum, davranış ve düşüncelerin toplamı olarak da ele alınabilir.

(8) Aralık 2002

Vesayetçi ve Lümpen Demokrasiyi Aşmak İçin;
YENİ DEMOKRASİ PERSPEKTİFİ
Önce Doğru bir "Demokrasi Perspektifi"
… İnsan hakları, hukuk gibi, demokrasi de bugün batının yeni 'ihraç malları' listesinde yerini almıştır. Batı ile batı dışı toplumlar arasındaki gelişme ve bütünleşme farklarını ve açığını dikkate almayan ve bu eşitsizliğin giderilmesini öngörmeyen demokrasi ve insan hakları dayatmaları tam tersine sonuçlar verebilir. İktisadi artık değer batıda temerküz etmiştir. Bu artık, kuzeyden güneye aktarılmadan ve güneydeki temel altyapı problemlerinin çözülmesine katılmadan demokrasiyi öne sürmek, yeni bir emperyalizm olabilir. Bu durumda batı dışı toplumların 'yeni bir batı oyununa' maruz kaldıklarından endişe etmeleri olağan karşılanmalıdır. Demokrasi, insan hakları ve hukuk, toplumlararası ilişkilerdeki bütün bu handikaplara rağmen ertelenemez ve temel bir gündemdir. Fakat organik ve doğru bir temelde yapılanması kaydıyla…
Akıllarını küreselci ideolojinin sarhoşluğuna kaptıranlar, milli devleti, demokrasinin kurulması karşısındaki en büyük engel saymaktalar. Oysa demokrasiyi sağlam temellerde inşa etmek için kurucu ve koruyucu antite olarak milli devlete olan ihtiyaç her zamankinden fazladır. Batının içeride entegrasyona giderken, dışarıda desentegrasyonu ve 'üniteleşmeyi' teşvik etmesi dikkatle incelenmelidir.
Türkiye'ye gelirsek; batıyla girilen 'bağımlılık' ilişkisi 'vesayetçi bir demokrasi' üretmiş, buna karşılık değişen sosyolojisi de 'lümpen bir demokrasiyi' beslemiştir. Vesayetçi ve lümpen demokrasi, gerçekte aynı madalyonun iki yüzüdür. Demokrasinin ve demokrasi içinde toplumsal değişimin sağlıklı işleyişinin sapmasıdır. Lümpen demokrasisi, kullanılan muhalif diskurun aksine vesayetçiliğin sürmesine yaramaktadır. Vesayetçilik de, sosyolojinin sağlıklı ve doğru sonuçlar yaratmasını engellemekte ve hem toplumu, hem siyaseti, hem de devleti çarpıtmaktadır.
Hem vesayetçi demokrasideki toplumsal enerjiyi tutan ve tüketen otoriterlik ve baskıcılık hem de lümpen demokrasisindeki toplumsal nomos'u tahrip eden pragmatizm, oportunizm ve konformizmi aşacak olan, milli bir demokrasidir. Milli demokrasi, eşitlikçi, özgürlükçü ve paylaşımcı, aynı zamanda tarihsel bir derinliği de taşıya gelecek doğru bir demokrasi perspektifidir. Demokrasiyi 'moda' bir söylem olmaktan çıkartıp milletin gerçek egemenliğinin ve özgürleşmesinin yöntemi ve sistemi yapmanın ilk adımı, bu perspektife sahip olmaktır.
(9) Ocak 2003
SAVUNMA SANAYİİ VE ANADOLU SERMAYESİ İŞBİRLİĞİ TEMELİNDE
Sosyo - Ekonomik reform arayışı Neden köklü çözümler düşünmeyelim? ...
Üstünlüğünü mutlak bir küresel hegemonyaya dönüştürmek isteyen ABD, bu hedefine varmak için hamlelerini Avrasya’nın kenar kuşağından Avrasya Anakarasına (Afganistan) ve oradan tekrar kuşak çizgisine yönelterek (Irak) stratejik vuruşunu yapmaya hazırlanmaktadır. Ve yeni dünya düzeninin inşa edileceği zorlu mücadelenin merkezinde çok sayıda nedenle muhakkak Türkiye bulunmakta ve her hamlenin ucu gelip Türkiye’ye dayanmaktadır...
Tarihinin ve coğrafyasının gerçekleri çığ halinde üzerine gelirken Türkiye ekonomik sorunlarından bitkin, siyasal belirsizliklerden kafası karışık ve devleti savruk ve ne yaptığını bilmez haldedir...
En önemli müttefikinin en büyük düşmanı haline gelip gelmeyeceğinin derin endişesi Türk devletinin zihnini kemirip durmaktadır. Ülkesi, milleti ve devletiyle kendi kaderine hükmedecek hazırlıklarını yapmamanın, sağlam ve sarsılmaz bir iç bünye meydana getirmek yerine varlığını batıyla ilişkilerine bağlamanın getirdiği karabasan Türkiye’nin üzerine çökmüştür. ...
Kalkınma davasını kaybetmekle Türkiye, diğer bütün iddialarını da bir bir terketmeye başlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel şiarlarından olan bağımsızlığı bugün ağır bir tehdit ve tehlike altındadır. Milletin ekmeğinden kesilerek, bağımsızlığını taşısın diye başlanan milli burjuvazi meydana getirme süreci, sonunda talan ve yağma düzenini ve amaçlananın tam tersine sömürgeleşmeyi doğurmuştur. Türkiye, yeni ekonomik sitem ve modeller üzerinden kapsamlı bir sosyo-ekonomik reform ihtiyacı içerisindedir. Bu bağlamda, askeri-endüstriyel kompleksin inşasına dayalı yeni bir kalkınma ve gelişme modelinin düşünülmesinin gereğine işaret ederek bir tartışmayı başlatmak istiyoruz…
Türkiye’deki baskıcılığı asıl besleyen ve büyüten, ithal bir demokrasi ve özenti yaşam biçimlerinin değerler sistemini tahrip edip, bağımsız kişilik edinme sürecini engellemesidir. Askeri-endüstriyel model ya da benzeri köklü ekonomi-politik bir reform, demokrasiyi de sahtecilikten çıkartacak ve iç toplumsal dengelere oturtup sahicileştirecektir.

(10) Şubat 2003

TÜRKİYE’NİN YENİDEN İNŞAASINDA
Siyasetin merkezi neresi? Milli demokratik merkez Türkiye’nin merkezi neresidir? Eski dünya düzeninin çökmesi, yenisi için kıyasıya bir mücadelenin sürmesi ve batılılaşma siyasetinin sonuna gelinmesi sebepleriyle merkez arayışı kendini daha yakıcı bir sorun olarak ortaya koymaktadır. Aslında Türkiye bütün batılılaşma tarihi boyunca merkezini aramıştır ve halen de aramaktadır. Türkiye’de merkezin kuşatılması ve çözülmek istenmesiyle, batılılışma atbaşı gitmiştir. Türkiye’nin batılılaşma tarihi, Türkiye’nin merkezsizleştirilmesinin tarihi olarak da okunabilir. Merkezsizleştirmenin tam ortasında Türk devletinin kuşatılması ve ele geçirilmesi çalışmaları durmaktadır. Devlet, toplumun örgütlenmiş aklı ve iradesi olarak toplumun bağımsız bir varlık olarak kalmasının ve geleceğini garanti altına almasının ifade edildiği düzeydir aynı zamanda. Devlet, ele geçirildiğinde ve kuşatmayla toplumsal iradeyi temsil etmesi ve yansıtması engellendiğinde toplum da dizginlenebilecek, kaynakları ve zenginliklerine kolaylıkla el konabilecektir…
Türk modernleşmesi, gerçek bir ekonomi-politik dönüşüm olmaktan çıkartılmış, sahte bir batıcılaşmaya çevrilmiştir. Modernleşme adı altında batı taklitçiliği, tüketimcilik, gösterişçilik, kimliğinden, tarihinden, değer ve geleneklerinden uzaklaşma yaşanmıştır. Gelenek ve değerler düzeyinde bir yenilenme ve hesaplaşma da hep ertelendiğinden, değerler ve gelenekler de tepkicilik ve gericilik olarak başka bir sorun kaynağı olmuştur. Devleti bu gericilik ve tepkicilikle korkutan, toplumu da devletin gücünü kullanarak bastıran oligarşik bir ilişki düzeni içinde Türkiye sürekli kan kaybetmiş, iç savaşlar, çatışmalar ve yoksulluğa mahkum edilmiştir. Türkiye’nin modernleşme tarihi devlet ile milletin bir araya gelemediği, ortak ülkü ve hedefler etrafında gücünü ve birikimlerini konsolide edemediği bir yarılma ve parçalanma halinde yansımıştır. Türkiye’nin politik merkezi, yani devleti oligarşinin kuşatması altındadır… Tanzimatçı hissiyat ve anlayış… sahte bir Kemalist ideoloji yaratarak devleti denetimine almayı yeniden başarmıştır. Kuşatma altındaki devlet, Türkiye’nin jepolitiğine, jeoekonomisine ve jeokültürüne kapatılmış, devletin beslendiği ve güçlendiği kökler kurutulmaya girişilmiş ve değerler üzerinden devlet ile toplum arasında sahte çatışma ve kavgalar türetilmiştir. Muhayyel sorunlar ve aslı astarı olmayan kavgalar arasında sürekli çatışan Türkiye’yi yönetmek, Türkiye’nin kaynaklarını ele geçirmek ve kullanmak kolaylaşmıştır. İç çatışmalar, dış tehditler ve yaratılan terör örgütleri vasıtasıyla devlet ve millet sürekli baskı altında tutulmuştur. ...
Türkiye’nin siyasi merkezi ile toplumsal merkezini yeniden bir araya getirecek, verimli bir sentezle yeniden yaratacak kapsamlı bir demokratik projeye sahip olmaktır. Devleti komprador bir oligarşinin elinden kurtarmanın tek yolu, sahte, lümpen ve özür dileyici olmayan bir demokrasiyi kurmaktan geçmektedir. Demokrasi, milletin öncelik ve değerlerinin devlette ifade edilmesi ise, sahici ve gerçek bir demokratikleşmeyle devleti ve toplumu konsolide edecek bir merkezi de kurabilecektir. Devlet ile toplum arasında öğüten, tüketen ve yozlaştıran bir mekanizma gibi işleyen devlet etrafındaki oligarşik çeper milleti muktedir kılarak kırılmalıdır. Bu da devleti de, milleti de kuşatan ve içine alan, batılılaşmanın bütün tortu, saplantı ve korkularından azade, Türkiye sevdasında birleşen demokratik bir Türkiye projesidir. Bu proje devletin özgürleşmesi, milletin muktedir ve hür kılınması projesi olacaktır.

(11) Mart 2003

PAX OTTOMANA MİRASININ İZİNDE Amerikan savaşına karşı bölge barışı
Halkınla barışmazsan Batı’ya kul olursun!
… Yakındoğu’nun Osmanlı’nın yıkılmasıyla başlayan büyük çözülüşü, çözülüşün getirdiği büyük çaresizlik katmerleşiyor. Batının yerel işbirlikçiliğine önce Araplar soyundular. Kurtuluş, özgürlük ve zenginlik bekliyorlardı. Fakirlik, zillet, acı ve gözyaşı buldular. Batıyla işbirliği içinde paramparça oldular, birbirlerinin amansız düşmanı kesildiler. Her biri bir batı başkentinin korumasından medet umdular. Hisselerine düşen kargaşa ve kaos oldu. Dünyanın büyük tanzimi yine ve yeniden Yakındoğu’da başlıyor. Osmanlı yıkılırken Arapların yüzyüze kaldıkları ve kaybettikleri aynı imtihandan şimdi Türkiye ve Türkler geçmekteler. Bu imtihan, kaderinin efendisi olmak imtihanıdır. Varlığının, tarihinin, kimliğinin izinden yürümek ya da efendilerin, dünya egemeni veya egemenlerinin dümen suyunda ‘Şerif Hüseyinleşmek‘ sendromudur. Türkler, Milli Mücadele ile “Şerif Hüseyin”leşmeyeceklerini, kaderlerine, kimliklerine, tarihlerine ve varoluşlarına sahip çıkacaklarını göstermişlerdir. Bu uğurda akıtılan kanlar Cumhuriyeti bugüne kadar taşımıştır. Tarihin bu büyük imtihanı, onuruyla ve kimliğiyle var olmak için atalarımızın verdiği büyük kavgaya sahip çıkmak veya bu kavgaya sırtını dönüp dünya sisteminin marabalığına rıza göstermek arasında yapılacak büyük tercihtir. …
Pax Ottomana, yeniden diriltilebilir, yeniden aynen yaratılabilir bir düzen değildir kuşkusuz. Fakat bölge halklarının kaderine, kişiliğine ve zenginliğine sahip çıkmasının ve bunları dışarıya ve batıya karşı savunmasının en parlak örgütlenmesi olarak bu örneğin üzerinden konuşulabilir ve hafızalar tazelenebilir. Bu büyük geçmişi hatırlamak ve hatırlatmak, bu geçmişin ana temsilcisi olan Türkiye’nin ve Türk halkının omuzları üzerindedir… halkımızın ve bölge halklarının ortak hafızasına müracaat etmekten ve bu hafızayı örgütlemekten başka da yol yoktur. Türk yöneticileri, içeride ve halkıyla güçlenmek, halkının gücüne yaslanmak ve buradan beslenmekten başka bir çözüme sahip değildir. Çözüm Batı ve Amerika’da değil, milletin içindedir. Halkıyla barışan bir Türkiye, küllerinden yeniden doğacak, Kürd’ünden Arabına, Arnavud’undan Çerkez’ine, hatta Azeri’sinden Kırgız’ına kadar tüm kardeşlerini yeniden kucaklayacak gücü kendinde bulacaktır. Kürd’üyle, Başörtülüsüyle, Alevisiyle, hatta Ortodoksuyla Türk yöneticileri halkını sevmeyi, onlarla kucaklaşmayı öğrenmek mecburiyetindedirler. Yoksa bu Batı fırtınası herkesi silip süpürecektir. Türkiye, Batı ile ilişkilerden edindiği şartlı reflekslerden kurtulmalı, batı korkusunu üzerinden atmalı, insanına ve coğrafyasına tarih derinliği içinden bakabilmelidir.

(12) Nisan 2003

ADALET VE CUMHURİYET TEMELİNDE
Yeniden yurtseverlik YENİDEN TÜRKİYE
Misak-ı Milli’yi ‘doğru’ hatırlamak … Irak’taki savaş Türkiye için sıradan bir hadise değildir. Bir çok bakımdan yaşamsal sonuçlar yaratacaktır. Bu savaştan ABD’nin galip veya mağlup çıkmasına göre yeni dünya dengelerinin Türkiye’yi oraya buraya savurmasının çok ötesinde, iç bünyesi de gelişmelerin tam merkezindedir... Kürt kökenli halkıyla yeterince bütünleşememesinin faturasını ağır ödemiştir. Aynı sorun Irak bağlamında yeniden karşısındadır ve Türkiye’nin elinde barışçı ve demokratik bir çözüm projesi yine yoktur. Mesele, sadece güvenlik boyutunda ele alınmaktadır. Gerçekte sorunun iki tarafı vardır: Bir yanında Türkiye’nin milletleşmesini tamamlayamaması, diğer yanda batının sosyal bünyemizi mozaikleştirip çözme planları yer almaktadır. O nedenle meselenin bir değil, iç içe geçen birden fazla boyutu mevcuttur. Doğru, rızaya dayalı ve demokratik bir milletleşme sürecini çarpıtan ve çizgisinden saptıran ne yazık ki yine Türkiye’nin yönetici elitleridir. Bu elitler, gizli bir nasyonalizm üreterek sosyal ve siyasi yapıyı hırpalamış, sağlıklı bir toplumsal ve siyasal gelişmeyi engellemişlerdir… Türkiye, Cumhuriyet maskesi takılmış saptırma ve çarpıtmalardan ancak Cumhuriyetin kuruluş felsefesine dönerek kurtulabilir. Cumhuriyet, kuruluş ruhuyla kopartılan bağlarını tazeleyerek, adil ve kardeşane olarak yeniden yapılanmalıdır... Yurtseverlik, vatan olarak Türkiye’yi aziz bilmek, Yurttaşlık, her türlü ayrımcılık ve bölgeciliğin üstünde eşit ve onurlu insanlar topluluğu haline gelebilmektir. Unutulmamalıdır ki, farklılıklar içinde bir arada yaşamak, çoğulculuk ortak yaşam iradesi gibi ifadeler bizim Osmanlı millet sitemi tecrübemizin modern batıdaki karşılıklarıdır. Adalet temelinde yeniden milletleşme şuuru, kaybettiğimizi bulmamızı sağlayacaktır. Bunun için yaşanan süreci de fırsat bilen yeni bir üst bakış, feraset, akıl ve cesaret gerekmektedir. Türkiye hafızasını tazelemeli ve küllerinden yeniden doğmalıdır.

(13) Mayıs 2003

İŞGALDEN SONRA; YENİ KRİZLERE DİRENME YOLU:
‘Büyük Türkiye’ JEOPOLİTİĞİ
İnsanlık, ‘Firavun’u bir kez daha yenecek! Karmaşık ve çatışmalı bir dünyaya doğru gidiyoruz. Küreselleşme, felaketin, acıların, sömürünün yerkürenin her parçasına yeniden taşınmasıyla sonuçlanacak gibi… Küreselleşme adına pompalanan iyimserliğin sahteliği ve art niyetli çirkin yüzü ortaya çıktı. Bütün organik ve tarihsel politik, kültürel, sosyal… yapılar tehdit ve tehlike altında. ‘Küresel Oligarşi’, ‘Küresel Yeni Roma’ ütopyasını hayata geçirmek için saldırıyor, yakıyor, yıkıyor. Elindeki büyük savaş makinesiyle faşist bir düzeni dünyaya dayatıyor. Bu insanlığın bugüne kadar karşılaşmadığı bir felakettir. Savaşa benzemeyen bir savaşla Irak işgal edildi. Yerel faşist Saddam görevini (!) tamamlayıp bayrağı efendilerine devretti. Bölgede bilinmezliklerle dolu yeni bir dönem başladı. Araplar, İranlılar, Türkler… varlıkları ve gelecekleri adına büyük endişe içindeler. Hiç kimse acı ve kanla gelip Irak’a yerleşen ‘Küresel Oligarşi’ ile nasıl baş edeceğini bilmiyor. Benzer belirsizlik ve endişeler Avrasya güçlerinin hepsine hakim. ‘Heretik Savaş Lordları’nın yarın kimi hedef tahtasına yerleştireceği belli değil. Sapkın bir küresel firavun, ancak bölgelere ve sonra da küreye yayılacak ‘insanlık projesiyle’ yenilebilir. Küçük çıkarları ve küçük hesaplarıyla işgalciyle işbirliği yapanlar da, tek başına karşı koyanlar da kaybedecektir…
Türkiye bu mücadelenin en önemli köşe taşlarından biridir. Türkiye özgürleşerek, insanlığın korunmasına ve yüceltilmesine büyük katkılar yapabilir. Yapmaya da mecburdur. Bu yoldaki ilk ve önemli adım, ‘batı yanaşmalığından’ özgürleşme olmalıdır. Batı zincirini kopartan Türkiye, bölge ve Avrasya halklarının özgürlük mücadelesinin kalpgahlarından biri olacaktır…
Küçülten, kullaşma psikozudur. Büyüten ve geliştiren, özgürleşmedir. İnsanların, kurumların, ilişkilerin korku ve saplantılardan arındığı bir Türkiye’de nehirler yeniden yatağında akmaya başlayacaktır.

(14) Hazıran 2003

GERÇEKLE MASAL ARASINDA KÜRESEL GÜÇLER
Başkalarının gücü altında ezilme, kendi gücünü fark et!
… Bugün finans kapital sermaye üzerinde yükselen, arka planında devasa bir askeri-endüstriyel kompleksin bulunduğu ABD patentli, ama para gibi akışkan, sınır aşan bir küresel odak var. İnsanlığın tarih içinde meydana getirdiği vatan, millet, gelenek gibi manevi ve maddi değerleri varlığına aykırı sayan, dolayısıyla bunları ortadan kaldırarak ‘Tek Dünya Hükümeti’ kurmak isteyen Anglo-Sakson/Yahudi karakterli küresel bir çekirdek ile karşı karşıyayız. Bu odağın esas olarak ABD’yi kendine karargah seçtiği görülmektedir. ABD kuşkusuz çok önemli bir güçtür, birikim ve imkanlarını insanlığın, adaletin ve barışın yolunda kullandığı taktirde insanlığın rızasını kazanabileceği küresel bir refah ve küresel bir barış yaratabilme kapasitesine sahiptir. Ancak bu güç, bugün zalim, despot ve insan ontolojisini yok sayan, tarafını kötülüğün ve zalim egemenliğin yanında seçmiş şer bir odağa dönüşmüş vaziyettedir. Şeytanının insanı aşağılaması ve hakir görmesi gibi insanlığı hor gören, insanın özgürlüğünü yok sayan, milletlerin ve ülkelerin üzerinde Tiranlaşma arzusuyla yanıp tutuşan bu odak bugün insanlığın, insan kalmanın, insanın ontolojik varlığına sahip çıkmasının karşısına büyük bir sorun olarak çıkmıştır… Firavunlaşma peşindeki bu odağın bütün büyüsü, gücünün sınırsızlığı ve yok ediciliği hakkında milletlerin ve insanların kalbine saldığı korkudan ibarettir. Gerçeğine bakıldığında bu bir korku imparatorluğudur ve iktidarına korkutarak onay aramaktadır. Her taşın altından çıkan, her şeyi yapmaya kadir Masonlar, Yahudiler, Gizli Cemiyetler efsaneleri bu çerçevede üretilmiş ve yayılmış geniş bir korku edebiyatından ibarettir… Ülkemizden baktığımızda bu dünya baronlarından duyulan korkunun ‘reelpolitik’ adı altında hastalık gibi özellikle yönetici gruplarımıza sirayet ettiğini görmekteyiz. Doğulu metafizik aklımız, büyü ve sihire yatkın bilinçaltımız, Türkiye’yi olmadık maceraların içine sürüklemek için hile ve desiseler uydurup duran ve durmadan üzerine gelen bu gücün, metafizik değil, fizik bir güç olduğunu, tekelci ve gayri adil bir ekonomi-politikten beslendiğini görmek zorundadır. Ancak böyle bir bakış açısıyla buna karşı mücadelesini ekonomi-politik ve akıl bağlamında yeniden kurabildiğinde özgürleşmesinin kapısını açabilecektir. Türkiye’nin dünya sistemine, sistemin tehlikeli oyunlarına karşı özgürleşebilmesi mücadelesinin ilk adımı Türkiye’nin varlığını, kimliğini ortaya koyabilmesi, bir ‘ben algısı’ geliştirmesiyle atılacaktır. Türkiye, kim olduğuna, nereden gelip nereye gideceğine, zamanda ve mekanda nerede durduğuna karar vermeye mecburdur…. ‘Yurtseverlik’, ‘Yurttaşlık’ ve ‘Demokratik Meşruiyet’ Türkiye’nin özgün değişim hamlesinin umdeleridir. Korku ve saplantılarından kurtulmuş, akıl ve milletinin gücüyle var olan bir Türkiye umuduyla.

(15-16) Temmuz-Ağustos 2003

Din, özgürlüğün bekçisi olabilir mi?
İnsanlığın ve Müslüman dünyanın krizi, özgürlükçü teoloji ile aşılır
Tarihin bütün dönemlerinde krizler ile bunların çözümleri birbirinin içine saklanmış, birbiriyle at başı gitmiştir... Bugün evrensel ölçüde bir krizin olduğu kadar, evrensel ölçüde yeni bir doğuşun da içindeyiz. Krizin sonunda çöküşün mü, insanlığın yeniden doğumunun mu geleceğini adem oğlunun çabaları tayin edecektir. Kendi içine kapanan, hiçbir meşruluk ve haklılık aramadan kaba bir güç isteğinin tutsağı haline gelen batı dünyasının insanlığın yeni sentezlerini yaratabilme imkanı giderek azalmaktadır. Batıdaki özgürlükçü ve etikci damar geri çekilmekte ve kurumaktadır. Tarihin bu zor kavşağında aklın ve vicdanın özgürlük bayrağı yeni sahiplerini beklemektedir...
Son ilahi Din, sömürünün, baskının, insanın insana kulluğunun aleti haline getirilmek istenmiştir. Dinin özgürlükçü doğasına karşı işlenen bu büyük cinayeti ‘tarihsel teoloji’ olarak adlandırmaktayız…
Bugün Müslüman dünyanın yaşadığı sıkıntılar, bunalımlar, çatışmalar, yoksulluk, zulümler ve feodal kavgalar, kaynağını bu tarihsel teolojiden, Müslüman aklını, vicdanını, eleştiriyi mahkum ve yok eden ve ne yazık ki, Müslüman toplumların derinlerine sinmiş tarihsel dinin etkilerinden almaktadır. Çarpık ve despotik/otoriter toplum ilişkilerinin menbaı haline gelen Tarihsel Teolojiyle ‘hesaplaşılmadan’ Müslüman toplumların zenginlik, özgürlük, hukuk, adalet ve eşitlik yaratmasını, içine düştüğü bataktan çıkmasını beklemek nafiledir. Özgürlükçü bir teoloji ‘inşa edilmeden’, toplumsal ve bireysel özgürleşmenin yaşanması mümkün değildir. Tanrı adına konuşan dogmalardan değil insandan, öteden değil buradan ve var oluştan başlayacak ‘Yeni Müslüman Hümanizması’ ve ‘İslam Rönesansı’, Müslüman Toplumların hem kendi krizlerine, hem de insanlığın krizine vereceği gönül zenginliğiyle bezenmiş büyük bir cevabı olacaktır… yüzlerce gönül eriyle Anadolu nasıl ‘ insanlığın aydınlığı’ olmuşsa, aynı tecrübe insana, akla ve eleştiriye açacağı kapılarla ve özgürlükten beslenen iman ve gönül zenginliğinin sıcaklığıyla kendinin ve insanlığın Rönesansını yaratmaya yeniden aday olabilir.

(17) Ekim 2003

ABD ve Avrupa Birliği ilişkileri içinde; DEĞİŞİM Mİ, ÇÖZÜLME Mİ?
Tanzimatçı değil, Milli değişim Değişimler tek yanlı süreçler değildir. Olumlu ve pozitif yanıyla gelişme ve ilerleme doğururlar. Menfi yanlarıyla çözülme ve dağılma olarak ortaya çıkarlar… İnsanlık, Soğuk savaştan sonra, yeni bir düzenin kurulması kavgasına tanıklık etmekte. Amerikan Faşistleri, tek dünya devleti istiyor. Ancak bu çılgın proje, Irak’ta şimdiden zora girmiştir. Türkiye’nin ve insanlığın selameti, hukuk ve adalet temelinde çok kutuplu bir dünyanın kurulmasında yatmaktadır. İnsanlığın sağduyusu zaman içinde süreci bu yola sokacak gibi görünmektedir. Dünya sistemindeki çöküş ve yenisinin arayışlarına paralel olarak iç düzenininde içine girdiği derin problemler, Türkiye’yi bir daha esaslı bir değişimden geçmeye zorlamaktadır…
Türkiye hızla bir varlık ve özne olmaktan çıkmaktadır. Kaderi hakkında konuşma ve karar alma yeteneğini kaybetmektedir. Türkiye’nin iki asırlık yenileşme ve modernleşme macerasında sanki başa dönülmüştür. Oysa Türkiye, Cumhuriyet deneyimi ve sıçramasını yaşamış bir ülkedir. Zor koşullar içinde bir milletin, kendi gücü ve kararlılığı ile neler başarabileceğini ispat etmiştir. Milli varlığı esas almayan her değişim çabası, çözülme ve çürümeyi getirir. Kendi değişiminin öznesi olamayan bir millet ve ülke, Osmanlı örneğindeki gibi, başkalarının planları içinde gücünü ve varlığını kaybeder. Batı için doğu sorunu bitmemiştir. Batı için Türkiye sorunu devam etmektedir. Kendini, kendi gücüyle var edecek bir Türkiye’nin batının Avrasya’daki hesaplarını alt üst edeceğini herkes bilmektedir. Korku bundandır. Bu sebeple batının Türkiye siyaseti, ‘kriz yönetimidir’. Türkiye ve Avrasya için politik ve ekonomik ‘minimalizasyon’ öngörülmektedir. Batının Avrasya’da herhangi organik bir bütünün varlığını sürdürmesine tahammülü yoktur. Yeni dünya düzeninin kavgası Avrasya’da verilmektedir. Türkiye, ya ‘kullanılacak’, buna rıza göstermezse ‘parçalanmaya’ çalışılacaktır. Bu manzara karşısında Türk devlet eliti, ‘jeopolitik önem’ pazarlayarak tutunmaya çalışmaktadır. Ne trajik bir tablo! Türkiye’nin ihtiyacı gerçek bir değişim, kendi aklı ve iradesiyle gelişmedir. Bu çerçevede içeride demokratik/yurtsever konsolidasyon, dışta Avrasya siyaseti Türkiye’nin kendine ait ve kaçınılmaz rotasıdır. Milletine, ülkesine, tarihine ve kimliğine özgüvenden yola çıkmayan her değişim arayışı, çözülme, dağılma ve çürümedir. Türkiye, değişim(inin) nesnesi değil, öznesi olmalıdır.

(18) KASIM 2003

‘Tek Dünya’cılık, Avrasya ve Türkiye Jeopolitiği
‘AÇIK KOMPLO’NUN İÇYÜZÜ

‘Açık Komplo’ya Türkiye’nin Cevabı Irak süreci ‘tek dünyacı’ projenin yenilgisine doğru adım adım ilerli-yor. ‘Şeytanın çocukları’, ABD yönetimi üzerindeki etkinliklerini kaybediyor… Irak hadisesi Türkiye’nin pusulasızlığını da gözler önüne sermektedir. Türk devletinin ‘siyaset-sizliğinin’ işaretidir…
Türkiye’nin tezkere örneğinde başına gelenler, karar ve irade sahibi olmamanın, düşmanlarını dost, dostlarını düşman edinmenin, milletini değil, başkalarını yar ve yardımcı görmenin tabii sonuçlarıdır. Artık bütün varlıkları ve birikimiyle Türkiye ‘yurtsever’ bir yola ve yöne girmelidir. Vatanseverliğin kucaklayıcı bayrağı Türkiye’nin gönderine çekilmelidir. Bu diriliş, aziz vatanımız Türkiye’nin her varlığını ‘bizim’ görmekle başlayacaktır…
Türkiye’nin ortak ülkülere ve kollektif heyecanlara ihtiyacı vardır. Elimizin emeği, alnımızın teri ve beynimizin gücünden başka dayanağımız yoktur. Zenginliğimizi de, özgürlüğümüzü de biz yaratabiliriz…
Atlantikçi Avrasyacılığa da, Atlantikçi Osmanlıcılığa da, Türkiye dışı eksenlere bağlanan solculuğa, sağcılığa, demokratlığa, Müslümanlığa, Kürtlüğe, Aleviliğe de… kapılarımızı kapatmalıyız. Her fikir, her tez, her öneri ve perspektifte arayacağımız tek şart olmalıdır: Ayağını Türkiye’ye basmak…
Bu çerçevede millet varlığı ve özgür-lüğünü geliştirmek… Yurtseverliğimizin iki işaret feneri vardır: Millet hakimiyeti ve demokratik meşruiyet. Her şey ve herkes bu iki temel ölçüyle yeniden kesilip biçilmeli, yeniden imbikten geçmeli ve yerli yerine oturmalıdır.

(19) Aralık 2003

Mikro milliyetçilik, mezhepçilik ve her tür ayrımcılığa karşı DEMOKRATİK BÜTÜNLEŞME
Bütün İktidar, Millete!
… Eğer bir ülkede dil, millet, vatan gibi ‘büyük bütünlerden’, ‘küçük kimlik ve aidiyetlere’ mensubiyet öne çıkmaya başlamışsa, orada tehlike çanları çalıyor demektir. Bir müddettir Türkiye’de insanlar etnik ve mezhebi mensubiyetlerini merak etmeye, diğerlerinin bu bağlılıklarını sormaya ve araştırmaya girişmişlerdir…
Türkiye bugün iki açmazla karşı karşıyadır: Açmazın bir yanı demokrasi, özgürlük ve değişim adı altında küçük mevzilere çekilmek ve tahkim edilmiş bu mevzilerden ‘büyük bütünlere’ savaş açılmasıdır. Bu bağlamda ‘milli bütünleşme’ ihtiyacı ve gereğinin inkar ve ilzam edilmesidir. Açmazın buna paralel ikinci yanı, milli varlığı meydana getiren parçaların ve daha temelde kişilerin özgürlük, demokrasi ve değişim talebinin hainlik ve işbirlikçilik sayılmasıdır. Türkiye, demokrasi, özgürlük ve zenginliği arar ve isterken parçalanmak ve dağılmak, tarihsel bir özne olmanın ilk şartı olan milli varlığın geliştirilmesi ve derinleştirilmesine çabalarken ise otoriterleşmek ve içine kapanmak tehlikesiyle yüz yüzedir. Bu tehlikeli yoldan çıkmanın ve aynı anda hem demokratikleşip hem milli varlığı ve kimliği güçlendirmenin yolu, eklektik ve sentetik olmayan ‘demokratik bütünleşme’ den geçmektedir. Türkiye ne demokrasiden, ne de milli varlığından vazgeçemez…
Türkiye’de suyun yüzeyine vurmaya başlayan parçalayıcı ve dağıtıcı eğilim ve arayışlar,yukarıdan ve dayatmacı uluslaşma siyasetinin iflasını ilan etmiştir. Milletin tarihten, sosyolojiden ve kültürden getirdiği hususiyetlerini inkar ederek ve bastırarak muhayyel bir ulus yaratma projesi duvara çarpmış ve bitmiştir. Şimdi Türkiye’nin yurtsever evlatlarının görevi, Türkiye’yi ve Türk milletini bu yıkıntının altında bırakmamak ve gerçek ve birbirine sevgi ve rızayla bağlanmış ‘yeni Türkiye’ yaratmaktır. Bu, zor, zahmetli; akıl, sebat, feraset ve inanç isteyen onurlu bir görevdir. Çözüm, gündelik siyasetin kolaycı ve geçici hedeflerinde değil, Türkiye’ye ve millete derin bağlılık, özgür bir bilinç ve proje ve pratikler geliştirmektedir.
Bunun temel şiarı ise bellidir: Bütün İktidar, Millete!

Hiç yorum yok: