“Tapınak değil hayat dili…”

Yazar İhsan Eliaçık ile “Yaşayan Kur’an” meali üzerine…

İsmail DOĞU: Gördüğümüz ve bildiğimiz kadarıyla Kur’an’nın gerek meal, gerek tefsiri için yapılan çalışmalarda kullanılan başlıklar, daha çok Kur’an’ı anlamaya ya da O’nun çağrısını ifade etmeye yönelik ifadeler kullanılır. Siz, daha pratik bir başlık kullanmışınız: Yaşayan Kur’an. Bu başlığı kullanmadaki neden üzerinde durarak başlayalım. Bir meale böylesi bir başlık koymanız, beraberinde bir iddiayı taşıyor mu? Bu konuda neler söylemek istersiniz?

İ. ELİAÇIK: İki sebepten dolayı bu başlığı koydum: 1- Yasin suresini okurken sürekli gözüme ilişen bir ayet var: “Biz ona şiir öğretmedik, gerekmez de. Bu, sadece bir titreyip kendine gelme çağırısı ve apaçık Kur’an’dır. Yaşayanları uyarsın ve kâfirlerin karşına sözü gerçeğin ta kendisi olarak diksin için...” (Yasin; 36/69–70). Burada geçen “yaşayanları uyarmak için inen Kur’an” esprisinden esinlendim. 2- Kur’an’ın, her ne kadar eski çağlarda inmişse de, bir ölü metin olmaktan çıkarılması ve yaşadığımız hayata yönelik mesajlar versin istedim. Nitekim okunduğunda görüleceği gibi tefsir metodumuz bu doğrultudadır. Bu başlığı “Aziz Kur’an”, “Son Çağrı Kur’an”, “Kur’an Mesajı”, “Hak Dini Kur’an Dili” gibi başlıklardan bir başlık olarak görmek gerekir. Böylece “Kur’an’ı Kerim” gibi bilinen “resmi” ad dışında bir isim koyarak, yaptığım işin, metnin bizatihi kendisi değil, bana ait bir yorumlama, açıklama olduğunu ifade etmiş oluyorum.

İ.D: Meal sonuçta bir yorumdur anlayışıyla kendimizi özne konumuna getirerek subjektif yaklaşımlar sergileyebilir miyiz? Sizin sıkça kullandığınız “inşa” kavramı, metin üzerinden mi, metnin kendisine mi atıftır? Sonuçta meal her ne kadar metnin bizzat kendisi değilse de, tümüyle metnin dışında bir uğraşı da olmamalı. Düşünün ki, sizin metin için yaptığınız “inşa” anlayışınızı, başka biri bizzat sizin için de kullanabilir ve bu durum sizin istemediğiniz / beklemediğiniz bir noktaya ulaşabilir?

İ. E: “İnşa” kavramı metnin değil, anlamın yeniden inşası oluyor. Doğrudan metnin yeniden yazılmasına/yaratılmasına “ibda”, anlamın eskilerin anladığı şekilde ifadesine de “ihya” diyoruz. İnşa ise, metni yeniden yazmak/yaratmak olmadığı gibi, anlamı eskilerin anladığı gibi ifade etmek de olmuyor. Bilakis inşa, anlamı bugünkü hayata yönelik olarak yeniden yapmak, kurmak, vücuda getirmek oluyor. Bunun böyle olmasına sebep, bugüne yönelik yeni bir metnin indirilmemiş olmasıdır. Bu durumda önceden inmiş bir metni yeniden anlamak, anlamlandırmak kaçınılmaz olmaktadır. Bunu yaparken Kur’an metninin diline tabi ki sadakat lazımdır. Mesela “Şu deveye baksınlar nasıl yaratılmış?” ayetini ele alalım. Hayatında deve görmemiş birisine, bugün bu ayeti okumanın ne manası var? Ona, bugünkü hayatında gördüğü neyse ona bakmasını söyleyeceksin. “Şu penguene bak nasıl yaratılmış?” diyeceksin mesela. Bu metnin değil, anlamın yeniden inşasıdır. Metindeki ifadeye yeni bir anlam vermiyorsun, onunla kastedilenin bugün ne olduğunu gösteriyorsun. Yani tefsir değil, daha çok tevil yapıyorsun. Yoksa metin orada öylece duruyor. Yan tarafta veya altta, bundan bunu anlamak gerektiğini belirtiyorsun.

İ.D: Mealinizi okurken ilk göze çarpan, Türkçe’de kullanılan deyişlerin bolca yer alması. Bu ifadeleri kullanırken metne sadık kalmanın yanında edebi üslubun muhafaza edilmesi durumunu önemseme ve buna dikkat etme konusundaki yaklaşımınız nedir? Mealinize yönelik kimi eleştirilerde “sokak ağzı” kullanıldığına dair ithamlar var. Şöyle diyelim. Daha okunur ve anlaşılır bir Türkçe kullanmak, metne sadık kalmamayı ve edebi üslubu kaldırmayı gerektirir mi?

İ.E: Ben buna “tapınak değil hayat dili” diyorum. Kur’an’ı bir “meslek dili” olmaktan çıkarmak gerektiğini söylüyorum. Acaba Kur’an tıp, mühendislik, jeoloji vs. gibi bir meslek dili mi kullanmaktadır? Yani Kur’an’ın dili sadece din adamlarının, mabet görevlilerinin, mollaların, ilahiyatçıların anlayabileceği bir dil mi kullanmaktadır? Yoksa Mekke’nin sokağındaki Arap’ın ilk duyuşta anladığı gibi yaşayan hayat dili mi kullanmaktadır? Bence ikincisidir. Oysa bugün Türkçe’de çeşit çeşit Türkçeler olduğu gibi bir de meal Türkçesi oluşmuş durumda. Gündelik hayatta kullanılmayan, sadece meallerde görülen bir Türkçe… Ben bunun doğru olmadığından hareketle, meslekîlikten arınmış yaşayan Türkçe kullanmaya çalıştım. Okuyan kişiye yakın ve tanıdık gelecek Türkçe deyişlere yer verdim. Çünkü Kur’an indiği dönemde, Arapların gündelik hayatta kullandığı, sevinirken, kızarken meramını ifade ettiği kimi deyişleri ayetleştirerek kullandı. O halde başka bir dile çevirirken de o dildeki deyişlerin kullanılması gerekir. Mesela cehenneme girecekler için kullanılan “ummuhû hâviyeh” deyimi Razi’nin beyanına göre Arapların birbirine kızarken kullandığı bir deyimdir. “anası ölsün, yansın” manasındadır. Ben bunu “anası ağlayacak” diye çevirdim. Tam karşılığı budur. Çünkü biz, “anası ölecek, yanacak” demeyiz “Anası ağlayacak” deriz. Keza “Ebu Leheb’in iki eli kurusun” ayeti, tam da söylediğim tapınak/meal Türkçesine diğer bir örnektir. Yaşayan Türkçe’de karşılığı yoktur. Biz, birisine kızıp mahvolmasını istediğimiz zaman böyle demeyiz. Tek bir Türkçe şiir, türkü, deyiş vs. metninde örneği yoktur. Bu, o günkü Araplara mahsus bir deyimdi. Ebu Leheb’in gücü, iktidarı, kurduğu düzen demekti. Dolayısıyla mana bugünkü yaşayan Türkçe’de, “Kahrolsun Ebu Leheb iktidarı, kahrolsun” demek olur. Biz bunu böyle söyleriz, karşılığı budur. Bu sokak Türkçesi değildir, belki sokağın sesidir. Çünkü sahabe, Ebu Leheb’in yüzüne karşı bu ayetleri Mekke’nin sokaklarında bağıra bağıra okumuştur. Nitekim Ebu Leheb’in on parmaktan oluşan iki elinin kuruduğu da görülmemiştir. Bilakis kurduğu düzen kahrolmuş, yıkılıp gitmiştir… Demek ki bunlar, yaşayan dilde kullanılan kimi deyimlerdir, argo değildir. Hazırladığım mealde argo ifadelere değil, bu tür hayatın içinde yaşayan deyimlere yer verdim. Buna sokak dili diyemeyiz, belki yaşayan hayat dili diyebiliriz. Kaldı ki Kur’an’ın Türkçe’ye, hem Arapça ve İslami ilimlere vakıf, hem de şiir zevki olan, şair ruhlu edebiyatçıların çevirmesi gerekir. Özellikle Mekki surelerde elimden geldiği kadar bunu yansıtmaya, örneğini göstermeye çalıştım. Bu bir giriş, inşallah arkası gelir…

İ.D: Mealiniz aslında dipnotlu bir tarzda. Tefsir olmaktan çok neden öylesi bir meal verdiğinize yönelik açıklamalı bir çeviri. Bu, bilinen bir tarz olmakla birlikte, meal konusunda konuşulurken eksikliğinden ya da yapılan meal çalışmalarının eleştirilerinde metne sadık kalma ve tefsire dalmama noktasındaki zorluklardan bahsedilmesine karşın çokça yapılmış örnekleri nedense yok. Bunun Türkçe’mizde bildiğim kadarıyla sadece 3 örneği var; o da bunlardan biri tercüme (M. Esed’in meali), diğer ikisi de telif olmasına karşın hayli uzun bir zaman öncesine ait örnekler (H. Basri Çantay ve Ö. Rıza Doğrul). Bu konuda neler söylemek istersiniz?

İ. E: Meal-tefsirde izlediğimiz yöntem, Arapça metnin yanına mealini verip, alttaki dipnotta bunu neden böyle meallendirdiğimizin savunmasına dayalı bir tarz. Arada “yani” diyerek tefsir, “demek ki, anlaşılan, şu halde” vs. diyerek de teviller ve anlamlandırmalar yapıyoruz. Filoloji (dilbilim) açıklamaları yapıyoruz. “Kur’an’ın tarih, tabiat ve hayat ile tefsir ve tevili” dediğimiz bir metot izliyoruz. Sadece meal kısır kalıyor. Uzun uzun tefsir de işi uzatıyor. İkisi arası bir yol takip etmek en makulu.

İ.D: Görebildiğim kadarıyla mealler, toplumun her kesimine hitap eden bir tarzda yapılıyor. Lakin toplum tekdüzelilik arzetmez. Dolayısıyla yapılan bir meal, toplumun kimi kesimlerince benimsenirken, aynı meal toplumun bir başka kesimince eleştiriye tabi tutulabiliyor. Bunu aşma adına, toplumun farklı kesimleri için spesifik mealler yapma düşüncesine katılır mısınız? Sizin meal hazırlarken düşündüğünüz hedef kitle kimdir?

İ.E: Tabi bu fikre katılıyorum. Nasıl ki “Yeni başlayanlar için”, “Çocuklar için” vs. diye kitaplar var, bunun gibi çeşitli toplum kesimler için de mealler olmalı. Benim hazırladığım meal, Kur’an’ın indiği dönemde Mekke kamuoyuna hitap etmesinden hareketle, Türkiye kamuoyuna hitabeden yalın Türkçedir. Haber okuyan bir spikerin, basın toplantısı yapan bir siyasetçinin, harman savuran bir çitçinin, “Gel, gel vatandaş” diye bağıran bir pazarcının, trafik işaretlerine riayet etmeyen bir sürücüyü uyaran polisin vs. kullandığı genel, yaygın ve yaşayan Türkçe’dir. Hayatın içinde akan Türkçe’dir. Meslekî bir Türkçe değildir. Bu manada özel bir toplum kesimi gözetmedim. Ama dediğim gibi bunun da yapılması lazım.

İ.D: Tanışık olmamıza binaen soruyorum. Sizin aslında uzun zamandır çalışmanız bir meal yazma değil, meallerin çekirdeğini oluşturan Kur’ani kavramlar üzerinde bir sözlük hazırlama şeklindeydi. Sizi aniden meal yazmaya iten saik nedir ve sözlük çalışması devam edecek mi?

İ.E: Fihrist ve sözlük çalışmasında başkalarının hazırladığı mealleri kullanıyordum. Baktım ki olmuyor. Birbirini tutmuyor, ahenk bozuluyor. Yoğun bir mesleki mabet dili var. Az önce dediğim gibi meallere mahsus ayrı bir Türkçe var. Bir müddet sonra bunları kullanamayacağımı anladım ve kendim meal yazmaya karar verdim. Böylece fihrist-sözlük çalışmamı, meal-tefsire dönüştürdüm. 1999’da başlamıştım, toplam 7-8 yıl sürdü. Beş yüz Kur’an kavramını derinlemesine inceleyen, Müfredat ile Mucemu’l-Müfehres karışımı bir eser amacım tabiî ki duruyor. Onu da inşallah ileride gerçekleştiririm.

İ.D: Meal-tefsirinizin en önemli ayırıcı özellikleri birkaç madde halinde söylersek nelerdir?

İ.E: Az önce dediğim gibi ilk olarak yaşayan dil. İkinci olarak Kur’an’da geçen yeminler. Bunları sözlü anlatım sanatları çerçevesinde bir edebi hitabet tarzı olarak ele alıyoruz. Hepsini “Yemin olsun” değil, “Dile gelsin” diye çeviriyoruz. Üçüncü olarak kıssalar. Kur’an kıssalarını Tevrat etkisinden kurtararak dönemin etkin tarihi ışığında, “teolojinin jeopolitiği” dediğimiz yeni bir yaklaşımla ele alıyoruz. Dördüncüsü mucizeler. Bunları da yine Tevrat etkisinden kurtararak içinde yaşadığımız, soluduğumuz canlı tabiat bağlamında yeniden ele alıyoruz. Beşinci olarak Kur’an’ın kullandığı üslup. Buna da, “inna” (Biz) diyen dil diyoruz. Kur’an, bütün bir tarih, tabiat ve hayatı, “sürekli oluş ve yeniden yaratılış” olarak ele alıyor; ve “Biz” diyen bir dille tek bir noktadan ifade ediyor. Buradan, Allah-insan, Allah-peygamber, Allah-tabiat ilişkisine dair birçok tespitler çıkarıyoruz. Bu noktada tasavvuf felsefesinin birikimlerinden yararlanıyor, daha da geliştiriyoruz. Önsözde bunları uzun uzun anlattım. Oradan daha genişçe okunabilir ve örnekleri bizzat tefsirde görülebilir.

İ.D: Teşekkür eder çalışmalarınızda başarılar dileriz.

İ.E: Ben de teşekkür ederim.

Hiç yorum yok: