BAKIN ULUSLARARASI KURULUŞLAR KİMİN EMRİNDE?

Uluslar arası sistem dendiğinde, bu daha çok hegemenik bir devletin ve onun yanında yer alan sınırlı sayıda ülkenin kendi menfaatleri doğrultusunda oluşturdukları, bazen de bu ülkeler arasındaki güçler dengesine dayanan bir düzen. Uluslar arası ekonomi ise kuralları hegemon ve müttefiklerinin menfaatleri doğrultusunda belirlenmiş, ulus-devletlerin sınır ötesi ticareti ve mali ilişkilerini ifade etmektedir. Bu sistem içindeki bir milli ekonominin uyguladığı iktisat politikaları, çoğu zaman sistemin istek ve direktifleri ve sistemi ayakta tutan ülkelerin menfaatleri çerçevesinde şekillenmektedir. İlk bakışta fevkalade komplocu gibi görülen bu düşünce yakından bakıldığında hiç de öyle değildir. Peki şuna ne demeli? Çok sayıdaki azgelişmiş ülkede yarım yüzyıldan fazla bir süredir büyük fedakarlıklarla uygulanan kalkınma plan ve programlarının ciddi bir sonuç vermemesi, meydana getirilen “sermaye birikimi”nin kısa bir süre içinde heba olması/yada yabancıların eline geçmesi, geriye sadece büyük çaplı ve giderek artan kamu borcunun kalması manidar değil mi?

Türkiye nispi büyüklüğü ve sahip olduğu beşeri ve maddi kaynakları itibariyle dünyada meydana gelen önemli değişimlerden büyük ölçüde etkilenmekte, ancak bu gelişmeleri etkileyememektedir. Türkiye ekonomisi de mevcut yapısı ve büyüklüğü itibariyle dünya sisteminde meydana gelen değişimlerden fazlasıyla etkilenmekte, diğer azgelişmiş ülkelerle birlikte ABD ve müttefiklerinin güdümündeki uluslar arası iktisadi kuruluşların kendisine empoze ettiği politikaları uygulamak zorunda kalmakta, bağımsız bir iktisat ve kalkınma politikası uygulama iradesini gösterememektedir.

2. Dünya savaşı sonrasında ABD’nin liderliğinde Birleşmiş Milletler, Uluslar arası Para Fonu (İMF) ve DB (DB) kurulmuştur. Başlangıçta kapitalist sistemin restorasyonuyla meşgul olan bu kuruluşlar, akabinde sistemin çevresinde yer alan azgelişmiş ülkelerin sisteme entegrasyonu ile ilgilenmeye başlamışlardı. Bu durum ABD ve G7 ve/veya G20 ülkelerine İMF, DB, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi uluslar arası kuruluşlar üzerinden dünya ekonomisini kendi menfaatleri doğrultusunda yönetme imkanını sunmuştur.

“Soğuk Savaş” diye adlandırılan dönemde insanlığın önemli bir kesimi ABD ile Rusya arasında “kumpasa” alınabilmiş, geri kalanında ise kumpasa alınma çabaları mevzi savaşlar ve bağımsızlık mücadeleleri biçiminde cereyan ederek insanlığa eşi benzeri tarihte az görülmüş kıyımlar yaşatmıştır. Bu dönemde ABD ve Rusya liderliğinde Doğu ve Batı blokları teşekkül ettirilerek, grup içindeki ülkeleri sosyo-ekonomik açıdan “karşı taraf” üzerinden kolaylıkla yönetilebilmiştir. ABD ve müttefiklerinin çabalarıyla SSCB sistemi çökünce tek kutuplu bir dünya sistemi kurulmuş, ancak bu da başlangıcında umulduğu gibi, insanlık için iyiye doğru bir değişme olmamıştır. Soğuk savaş döneminde demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi insani değerler üzerinden siyaset yapan ve bunda da özellikle azgelişmiş ülke aydınlarını etkileme bakımından önemli başarılar gösteren ABD, dünya sistemine tek başına egemen olunca artık bu insani değerlere ihtiyacı kalmamış olacak ki onları hiçe sayarak, hatta uluslar arası kuruluşlar üzerinden dolaylı yöntemleri de büyük ölçüde ihmal ederek, sadece güç kullanma ile menfaatlerini kabul ettirme yoluna gitmektedir.

19. Yüzyılda Batılı ülkeler dünyayı kendi aralarında pay etmek suretiyle sömürgeleştirmişler, insanlığın malı olan dünyanın iktisadi kıymetlerini yalnızca kendi küçük nüfusları için kullanmaya başlamışlardır. Bunu yaparken de sömürülen halkları buna razı etmek için çeşitli sosyo-ekonomik teoriler geliştirmişler ve bu teorileri sömürülen halklara ihraç ederek yaptıkları sömürüyü meşru gösterme başarısını göstermişlerdir. Özellikle sömürülen halkların entelektüelleri bilimin kaynağı olarak Batı’yı kabul ettiklerinden dolayı, sosyal bilim olarak çoğu kasıtlı geliştirilen bu Batılı teorilere iman etmişler ve kendi toplumlarını ve insanlığı açıklayabilecek teoriler geliştirme güç ve kabiliyetini kendilerinde bulamamışlardır. Bugün de bu bağımlılık ilişkisi değişmemiştir ve Doğu’nun zihin dünyası Batı’nın gönüllü! işgali altında yaşamaya devam etmektedir. Bu duruma “iktisadi gelişme teorisi”nden küçük bir örnek verebiliriz. Şöyle ki, Batı merkezci bakış kendini gelişmiş, ötekini ise azgelişmiş/geri kalmış olarak nitelemekte ve bu azgelişmişleri geliştirme! misyonunu kendine yüklemektedir. Bu misyonun gereği olarak önce bir iktisadi kalkınma teorisi geliştirilmiş ve geri kalmışlık bir “kısır döngü” olarak tanımlanmıştır: Azgelişmiş ülkelerde milli gelirin düşük olmasından dolayı tasarruflar ve yatırımlar düşük gerçekleşmekte, bu da milli gelirin tekrar düşük gerçekleşmesini sağlamaktadır. Bu geri kalmış toplumların modernleşmesinin/gelişmesinin ancak “uyuyan kaynaklar”ının harekete geçirilmesi ve Batılı ülkelerin yardımları sayesinde olacağı belirlenmiştir. Dış yardımlar sayesinde düşük tasarruflar takviye edilecek, bunlarla yatırımlar finanse edilecek ve uyuyan kaynaklar harekete geçirilecek, dolayısıyla milli gelir artacak, artan milli gelirle bir taraftan alınan dış borçlar ödenecek, diğer taraftan da gelişme sağlanacaktı. Ancak bu böyle olmadı. Çünkü dış yardım veren ülkeler yardım alanların gelişmesini değil, kendi menfaatlerini ön planda tutuyorlardı ve dış yardımlar vasıtasıyla yardım alan ülkelerin siyaset ve ekonomilerini giderek daha fazla kontrol etmekteydiler.

20. yüzyılda gerek devletten devlete ve gerekse uluslar arası kuruluşlardan devletlere yapılan dış yardımların gelişimini izleyerek egemen devletlerin dünya ekonomisini nasıl yönettiğini kabaca görebiliriz. Devletten devlete dış yardımlarda gerek ABD, gerekse Rusya yardımlarının siyasi ve ekonomik şartlara bağlı olduğunu biliyoruz. Dış borçların siyasi şartlarını sivil kesimin öğrenebilmesi mümkün değildir, ancak olayları yakından izleyen uzmanlar bazı tahminlerde bulunabilirler. Mesela, 2003 yılında ABD’nin Irak savaşı esnasında, Türkiye’nin resmi bir talebi olmamasına rağmen 1 milyar $ hibe veya 8.5 milyar $ kredi teklifi ne kadar manidardır. Gene yakın geçmişte ABD yardımlarının özel sektörün gelişmesini gözettiği, Rusya’nın ise işçi sınıfının gelişimini sağlayacak ve sosyalist devrimin yolunu açacak şekilde kamu sektörüne ait büyük endüstri kuruluşlarına yönlendirdiği bilinmektedir. Örneğin Türkiye’de Ereğli demir-çelik, Seydişehir alüminyum, Çayırova cam gibi kamuya ait büyük endüstri kuruluşları Rus yardımlarıyla kurulmuştur.

Çok taraflı! Kuruluşların yardımları konusunda İMF ve Dünya Bankasının yardımlarına bakmak yeterli olacaktır. 1944 yılında Bretton Woods konferanslarıyla kurulan İMF üye ülkelerin dış ödeme açıklarının finansmanına yardımcı olmak üzere görevlendirilmiş, zaman içinde dış ödeme açıkları ile karşılaşan ülkelerin ekonomisini alacaklı ülkeler lehine yönetme görevini üslenmişti. 1980 sonrasında daha çok yapısal uyum programları (SAF) adı altında DB tarafından projelendirilen çalışmaları denetlemekte, böylece azgelişmiş ülke ekonomilerini ve daha sonra da Doğu Avrupa ülkelerini merkez kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda yapılandırmaya çalışmaktadır. Bu yapısal uyum programları ülkelerin uluslar arası sisteme daha çok entegre olmasını sağlamaktadır. Ayrıca İMF’nin stand-by anlaşmaları vasıtasıyla ülkelerin iktisat politikalarını doğrudan belirlediği ve uygulamaları denetlediği de bilinmektedir.

İMF’ye üye olan her ülke otomatik olarak 1946’da kurulan Dünya Bankasına da üye olmaktadır. Her iki kuruluşta üye ülkeler sahip oldukları kotalar ölçüsünde yönetime katılmakta, bu da en büyük kotaya sahip ABD’nin müttefikleriyle birlikte bu kuruluşları kendi menfaatleri doğrultusunda yönlendirmesini kolaylaştırmaktadır. Ayrıca DB başkanı daima ABD vatandaşları arasından atanmaktadır. Son olarak ABD hükümeti içinde şahinler kanadının önemli ismi ve Irak savaşının mimarı Paul Wolfowitz’in 2005’te başkanlığa getirilmesi oldukça manidar.

Dış yardım konusunda İMF daha çok program kredileri verirken, Dünya Bakası daha çok proje kredileri vermekte, böylece İMF imzaladığı stand-by anlaşmalarıyla ülkelerin uyguladığı iktisat politikalarını dolaysız belirlerken, DB proje kredileriyle bu programa uygun projeleri destekleyerek yönlendirmektedir. Şimdi İMF’yi bir kenara bırakarak DB grubu olarak adlandırılan kuruluşların verdikleri krediler ve bunların kredi alan ülkeler açısından taşıdıkları önem ve anlamlara bir göz atalım.

Uluslar arası Finans Kurumu (IFC), azgelişmiş ülkelerin özel kesimine doğrudan kredi açmakta veya ilgili firmanın hisse senetlerini satın almakta, böylece bu ülkelerin kapitalist kesimini merkez kapitalizmiyle eklemlemekte, azgelişmiş ülkelerde milli bir burjuva sınıfının ortaya çıkmasının yolunu fiilen tıkamaktadır.

Uluslararası Kalkınma Birliği (IDA), çok düşük gelirli ülkelerin kalkınma çabalarını desteklemek amacıyla kurulmuş, bu ülkelere teknik ve mali yardım yapmaktadır. Ancak uygulama, bu ülkelere mesela eğitim yardımı olarak Batılı ülkelerin firmalarının stoğunda kalmış demode eğitim araçlarının kredi karşılığında satılması, onların sanayileşme yönünün Batılı ülkelerin ihtiyaçları doğrultusunda yönlendirilmesi şeklinde cereyan emektedir.

Çok Taraflı Yatırım ve Garanti Kurumu (MIGA), merkez kapitalizmin uluslararası şirketlerinin azgelişmiş ülkelerdeki yatırımlarının ticaret dışı risklere karşı korunmasını üslenmiştir. Özellikle Doğu Avrupa’nın SSCB sisteminin çöküşünden sonra uluslar arası yatırımcılar açısından riskli hale gelmesi böylesi bir kuruluşu merkez kapitalizmin menfaatleri açısından elzem kılmıştır.

Şimdi de tarım ve dolayısıyla Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) meselesine* gelelim. Tarımsal ürünler ticareti, gelişmiş ülkelerdeki aşırı destekleme ve çokuluslu şirketlerin güçlü denetimi altında biçimlenmektedir. DTÖ kuralları ile IMF ve DB bu durumu dokunulmaz bir veri kabul etmekte; azgelişmiş ülkelerde uzun tarihi tecrübeler sonunda oluşturulmuş koruma ve destekleme mekanizmalarının etkisizleştirilmesini, giderek tasfiyesini hedeflemektedir. Pamuk, şeker, pirinç, mısır, buğday gibi ürünlerde ABD ve AB’nin örneğin Batı Afrika, Jamaika, Haiti, Meksika ve Suriye’ye karşı karşılaştırmalı üstünlük taşımadıkları açıktır. Ancak ABD ve AB’de tarıma dönük çok büyük hacimli sübvansiyonlar sayesinde bu ürünlerin düşük fiyatlı ihracatı mümkün olabilmekte, bunun sonucunda Afrika’da pamuk, Jamaika’da şeker, Haiti’de pirinç, Meksika’da mısır ve Suriye’de buğday üreticileri ya üretimden kopmakta, yada üretim maliyetlerinin altında fiyatlara mahkûm olmaktadırlar.

1980’li yıllardan bu yana, önce İMF ve DB programlarında, sonra da DTÖ kural ve normları aracılığıyla azgelişmiş ülkelere tarımsal ürün ve girdi piyasalarındaki müdahaleler, “dış ticareti saptırıcı desteklemeler” olarak adlandırılıp, “kavuniçi kutu” kategorisine alınarak bunların tasfiyesi kabul ettirilmeye çalışılırken, “çiftçilere, cari üretimle ve fiyatlarla bağlantılı olmayan ve devlet bütçesinden yapılan doğrudan ödemeler”, “yeşil kutu” diye adlandırılan bir kategoriye alınmış ve ABD ve AB tarafından uygulanan bu tür desteklemeler üzerinde herhangi bir sınırlama, kısıtlama öngörülmemiştir. Diğer taraftan sorun sadece DTÖ kurallarının tarafgirliğiyle ilgili de değildir. Son on beş yıl boyunca DB programlarında, azgelişmiş ülkelerde tarımsal ürün piyasalarını ve ihracatını denetlemek için kurulmuş “pazarlama kurulları”nın kapatılması istenmiştir. Ve pamuk üreticisi ve ihracatçısı Afrika ülkeleri de bu “kurumsal tasfiye”den paylarını almışlar; pamuk piyasalarını denetleme imkanlarından yoksun kılınmışlardır.

Tarımsal ihracata uygulanan sübvansiyonlar ve kredi destekleri dışında, 1999’da ABD’nin ülke-içi tarımsal destekleme ödemelerinin sadece %25’i, AB’nin ise %55’i “kavuniçi kutu” kategorisine girmekte idi. Azgelişmiş ülkelerde ise bu oran %100’e yakındır. Ortak Tarım Politikası reformu ile bu oranın AB’de yakın zamanda ABD oranına yaklaşacağı öngörülüyor. ABD, AB, Japonya, Kanada gibi ülkelerde farklı destekleme türleri genellikle bütçelere yansımaktadır ve bunlar belli bir destekleme türünden diğerine geçebilecek esnekliğe sahiptirler. Bütçe harcamaları IMF ve DB baskısı altındaki azgelişmiş ülkeler ise bu tür esneklikten yoksundurlar

Sonuç olarak, başta ABD ve ardından onun müttefikleri G7 ve/veya G20’ler İMF, DB ve DTÖ üzerinden Türkiye ve diğer azgelişmiş ülkelerin ekonomilerini kendi menfaatleri doğrultusunda yönlendirebilmektedirler. Türkiye’de ve diğer azgelişmiş ülkelerin büyük bir bölümünde yönetici kadrolar ve büyük burjuvazi bu durumu kanıksamış ve tamamen teslim olmuş, bunlarla uyumlu geçinmenin yolunu tutmuştur. Bu durumda ne yapılabilir? Bir ülkenin tek başına bu sisteme karşı durması mümkün görünmüyor. Tek başına hareket eden ülkeleri ABD ve müttefikleri tek tek imha etmektedir. Bugünkü uluslararası güç dengesi içinde sistemden zarar gören ülkelerin birlikte hareket edebilmesinin ve sisteme dahil ülkelerin kendi aralarındaki menfaat mücadelelerinden faydalanmanın yolları aranmalıdır. En azından uluslar arası zulüm ve soyguna ortak olmaya çabalamaktansa, buna karşı bir savunma pozisyonu alabilmek bir ülkenin yöneticileri için daha onurlu bir davranış olacaktır.

Mehmet Duman

* Tarım ve DTÖ konusunda K. Boratav’ın “Cancun’daki Tıkanma Üzerine Çeşitlemeler” adlı makalesinden yararlanılmıştır.

Hiç yorum yok: