DÜNYANIN YENİ ENDÜLÜS’Ü VE TÜRKİYE’NİN SORUMLULUKLARI

Hasan CAN

Osmanlı coğrafyası üzerinde kurulu bulunan ülkelerin kendi toplumları için Batılılaşmayı bir hedef olarak tayin ettikleri günden beri bu topraklar yeryüzünün yeni “Endülüs”ü muamelesini görmektedir. Adeta ikinci bir Reconquista hareketi ile karşı karşıyayız. Her yanı katliam, gözyaşı ve ağıtlarla yankılanan bu coğrafyanın genel görünümü bir ıstırap gayyasından farklı değil. Bu bakımdan Ortadoğu’nun köy ve şehirlerinde doğmak ve buralarda yaşamak bile başlı başına bir macera, bir risk. Öyle ki çocuklar doğar doğmaz kahredici savaş vahşetine ve babalarının ürkütücü silahlarla öldürülmelerine bu topraklarda şahit olmaktadırlar. İnsan onuru ayaklar altında. Şehirlerimizde sürüler halinde metal adamlar, semalarımızda katil roketler dolaşıyor. Normal olanın bile sıra dışı kabul edildiği travmatik bir hayattır yaşadığımız. Hintlilerin Kali Yuga dedikleri karanlık devirden hiçbir farkı yok çağımızın. Tıpkı bir beytülahzan yurdunda kuşatılmış gibiyiz ve başta insan olmak üzere kendimize ait olan her şeyin tükenişine şahit oluyoruz. İnsanın, ümidin ve geleceğin tükenişi.

Afrika asıllı Fransız yazar Chandel; “Afrika haritasının tümü, yerküre üzerinde bir damla gözyaşını, sıcak bir gözyaşı damlasını andırmaktadır” der. Oysa bugün yalnız Afrika kıtası değil tüm İslâm yurtları birer trajedi coğrafyasına dönmüştür. Karşımızdakilerin nihai hedefleri yalnızca Müslümanların yurdunu bir daha dirilmemecesine paramparça etmek değil, Kral Herod’un Peygamber Yahya’ya yaptığı gibi herkesin birer birer kafasını koparmaktır. Nitekim şehirlerimizde gelişigüzel katliam yapıp ardından şampanya patlatarak sevinç naraları atan işgal askerlerinin Yahya Peygamberin kesik başının bulunduğu gümüş tepsi altında çırılçıplak dans eden Salome’den hiç bir farkları bulunmamaktadır. Kinleri, pervasızlıkları ve ihtirasları ile aynı. Bu tablo bize F. Fanon ve A. Şeriati’nin Cezayir Bağımsızlık Savaşı (1954–1962) yıllarında dünyaya ortaklaşa haykırdıkları bir gerçeği hatırlatmaktadır: “Boyuna insanlıktan söz eden Batı dünyası, her bulunduğu yerde insanı yok etmiştir” (Meriç, 2006; 207). Bu yok etme süreci, bugün de dur durak bilmeden katlanarak sürmektedir. Tıpkı bir Karia (Kıyamet) devrinde gibiyiz. Feryadın, figanın, ahüzârın yankısı altında neredeyse her yer taş kesilmiş. Üstelik şimdiye kadar şahit olduğumuz vahşet ve yıkım, buzdağının yalnızca görünen yüzünden ibaret olup, asıl imha edici anafor ise geriden gelmektedir. Bu da, ister istemez insan havsalasında Batılıların ruhlarında bir takım ırksal önyargıların bulunduğu kanaatini pekiştirmektedir.

Vaktiyle yapılan katliamlara tepki olarak Fransız vatandaşlığından çıkarak Cezayir uyruğuna geçen Fanon’un, sömürü düzenini ve sömürge insanının ruhsal yapısını anlatan eseri (Yeryüzünün Lanetlileri) bugün olanları anlatmada yetersiz kalmaktadır. Tekelci kapitalist paradigmanın nazarında biz hâlâ yeryüzünün lanetlileriyiz ve bu lanet çemberi kendi içinde daralarak kümeleşen zengin üç beş ülke veya ulus dışında dünyadaki diğer bütün toplumları kuşatacak biçimde genişlemektedir. Karşı karşıya bulunduğumuz işgal ve emperyalist kuşatılma nedeniyle geleceğe dair hiç bir güven ve beklentimiz olmadığı gibi ne yazık ki bu trajediden kurtulmak için bir çabamız da bulunmamaktadır. Bir nevi yapılması gerekenden kaçıyoruz. Oysa kaderimize hükmederek köle ve ezik kişiliğimizi öldürmeyi akıl etmedikçe, hayata yeni bir kişilikle doğmamızı beklemek yalnızca abesle iştigaldir.

Bütün manevî insiyaklarımızı kurutmak üzere harekete geçip, bunların yerine petrol kokan değerler ikame eden bir mentalite dayatması ile karşıyayız. Afrikalı lise öğrencisi okuduğu şiirde: “Ey insanlık! Bilir misin dünyanın ne kadar zalim olduğunu?” diye sorarken, elbette açlıktan ölmek üzere olan siyahî bir çocuğu kurtarma imkânı varken bunu yapmayıp onu, parçalayıp yutmak üzere bekleşen akbabalarla birlikte resmetmeyi ve bununla Pulitzer ödülünü almayı yeğleyen profan zihniyeti kastetmektedir. İşte dünyayı her yönden kıskaca alarak mevcut çürümüşlüğe sebep olan melun hayat telakkisi bu. İki yüz yıldır yakalandığımız göz ağrısına çare ararken, dört elle sarıldığımız tabibimiz (öykünmeye çabaladığımız Batılılar) bu bakış açısından ötürü akbabalar gibi her an gözümüzü çıkarmak için fırsat kollamaktadır! Artık bu niyeti anlamak zorundayız. Kendi içimizdeki parçalı halimiz, medeniyetimizin içler acısı durumu ve içinde bulunduğumuz kaotik ortam bile karşımızdaki akbaba sürüsünün hırsını doyurmaya yetmemektedir. Bugün topraklarımızda boy gösteren kafatası avcılarının yakın gelecekte: “diliniz İngilizce, dininiz Hıristiyanlık, mabediniz de kilise olsun” şeklinde dayatmada bulunacaklarına kuşku bulunmamaktadır! Nitekim bu durumu Kur’ân: “Sizi ellerine geçirirlerse muhakkak öldürürler yahut (zorla) kendi dinlerine döndürürler” (Kehf, 20) biçiminde teyit etmektedir.

Önceleri “küresel köy” (global village) olarak lanse edilen dünyanın yeni hali bütünüyle küresel bir yağmayı andırmaktadır. Tıpkı Roma döneminde olduğu gibi yalnızca gücün, paranın ve şehvetin kutsandığı bir anlayış ile karşı karşıyayız. Ortada insanlıktan, vicdandan ve ahlâktan eser yok. Buna rağmen kendimizi bir vehme kaptırmış gidiyoruz. Sanıyoruz ki dünyayı yaşanılmaz kılan küresel oligarşik düzen ile yakınlaşmakla Türkiye yükselir, bölge normalleşmeye döner ve soğuk savaş yıllarında olduğu gibi yine bir yerlere yamanarak hayatımızı sürdürürüz. Hâlbuki ülkelere cebren dayatılan küresel politik yansımalar bunun hiç de böyle olmadığını göstermektedir. Örneğin, ABD silahlı kuvvetler dergisinde (Armed Forces Journal) yayınlanan bir makalede; “Ortadoğu’daki ülkelerin sınırlarının etnik ve mezhep farklılıklara göre çizilmediği, bu sebeple yapay sınırlar olduğu, bu bölgedeki sınırların etnik ve mezhepsel farklılıkları dikkate alacak şekilde yeniden çizilmesi gerektiği dile getirilir” (Peter, 2006). Bütün bunlar göstermektedir ki, adeta bir mezarlığı andıran Ortadoğu coğrafyasında kin ve intikam ile sürdürülen Balkanlaşma süreci sona erdirilmeyecektir. İşte Nuri Pakdil, yıllar önce: “Paslanmamış kaç gram vicdanın kaldı 20. yüzyıl insanı?” derken, genelde kaos üreterek emeline ulaşmayı planlayan bu lâin niyeti sorgulamaktaydı ve bunda da son derece haklıydı.

Bugün dünyanın oligarşik çetesi olarak tanımlayabileceğimiz ABD, İsrail ve yandaşlarının (Yecüc-Mecüc ittifakı) Ortadoğu’ya bakışı ile Medyen’deki müstekbirlerin devrin Peygamberine bakışları arasında hiç bir fark bulunmamaktadır. Medyenlilerin vaktiyle: “Ey Şuayb, seni ve seninle birlikte inananları ya ülkemizden sürüp-çıkaracağız veya mutlaka bizim dinimize geri döneceksin” (Araf, 88–90) dayatmasında bulunmaları gibi, karşımızdaki güç de -ellerindeki teknolojiye de güvenerek- bir tsunami dalgası gibi üzerimize çullanıp, kendimize ait her ne varsa süpürüp yok etmek ve İslâm toplumunu apar topar bu coğrafyadan çıkarmak istemektedir. Bir nevi Helenleştirilme süreci ile karşı karşıyayız. Merhum Akif’in: “Zebun-kuş Avrupa bir hak bilir ki o da kuvvettir” sözü, emperyalistlerin niyetini büyük bir sarahatle özetlemektedir.

Türkiye Ne Yapmalı?

İki asırdan beri düşman toplumlarla birlikte sürekli bir yere ateş ediyoruz ancak yok edilmeye çalışılan şeyin bizi asırlarca ayakta tutan değerlerimiz ve medeniyetimizin temel dayanakları olduğunu fark edememişiz. Mankurtluğun körleştirici etkisi ne yazık ki bu hakikati görmemizi engellemiştir. Oysa kopan el, tükenen hayat ve yıkılan şehirler bize ait. İnsanımız önce bunu fark etmelidir. Tıpkı, Nasrettin Hocanın: “kar ile ekmek yemeyi ben icat ettim ama kendim de beğenmedim!” demesi gibi, aslında bunca yakıp yıkma ve perişanlığa rağmen Batı toplumu ile dostluk münasebetlerini sürdürmede ısrarcı olmanın ne rasyonel bir temeli ne de övünülebilecek bir tarafı bulunmaktadır. Çünkü iki tarafın hür iradesiyle oluşmuş ortak bir diyalog zemini yerine, birinin diğerine cebren tahakkümü ve isteklerini dayatması söz konusudur. Nitekim hem Batı dünyası ile aramızdaki iki yüz yıllık münasebetlerin tamamı hem de hâlihazırdaki mebzul ve müptezel halimiz büyük ölçüde bu dayatmanın eseridir.

Bu bağlamda denilebilir ki çağdaş olarak isimlendirilen dünya, her yönüyle tepe taklak bir dünya. Alabildiğine hercai ve kaypak olan bu dünyanın bize hayrının olmayacağına kuşku yok. Dolayısıyla iş dönüp dolaşıp ne yapacağımız konusuna düğümlenmektedir. Bundan ötürü artık Batı toplumu ile münasebetlerimizin hududunu gözden geçirmenin ve bölgemizde paradigmal anlamda yeni bir oluşumun harcını karmanın vakti gelmiştir. Yıllar yılı “çaresizseniz, çare sizsiniz” hakikatini idrak edemediğimiz için hâlâ aklımız topallıyor. Genellikle başımız dara düştüğünde düşlediğimiz şeyin, bunca yıldır kaçtığımız şey olduğunu” bu yüzden akıl edemedik. Bizi bekleyen Frenkleşme illetinden kurtulmak istiyorsak, şartlar ne olursa olsun her türlü hercümerce karşı dimdik doğrulmayı denemeli ve ayakta kalmayı başarmalıyız. Bu duruş, hiç bir şey yapmadan yalnızca kurtarıcılar beklemekle değil, temel referanslarımız paralelinde uygun istinatgâhlar ortaya koymakla mümkün olabilecektir. Yapılması gereken, yanlışa direnmek ve aynı kaderi paylaştığımız toplumlarla ortak bir medeniyet inşasının çabasını sergilemektir. Hepsi bu. Gerisini elbet Allah (c.c) -samimiyetimiz ölçüsünde- kolaylaştıracaktır. Aksi halde hayat, tıpkı bir tabut kapağının üzerimize kapanması kadar soğuk bir psikoloji berzahında akıp gider. Bu soğuk psikolojinin etkisiyle insanlar, “yaşıyorum” zehabıyla kendi öz yurtlarında başsız başsız dolaştıklarının farkına bile varamayacaklardır.

Bugün Ortadoğu ülkeleri birer birer işgal ediliyorsa Türkiye de aynı biçimde kuşatılmaktadır. Juan Juanların Colaman’a yaptıkları gibi, küresel oligarkların başımıza şire takıp bizleri birer Mankurt edasıyla kimliksiz ve kişiliksiz dolaştırmalarını istemiyorsak (Aytmatov, 1996; 125–127), geçmişte büyük medeniyetlerin kurulmasına öncülük etmiş insanlar olarak bölgemizdeki bütün ülke ve toplumların huzur ve güvenini temin edebilecek yeni bir uygarlık tasarımı üzerinde yoğunlaşmamız gerekir. Bu adım, başkalarının peşine takılıp sürüklenmekten ve sosyokültürel bünyemize aykırı, gerçekleşmesi muhal ortaklık girişimlerinden daha hayırlı olacaktır. Geleceğimiz adına bir şeyler yapmak istiyorsak, tıpkı Hz. Yusuf’un: “Beni bu ülkenin hazineleri üzerinde bir yönetici kıl. Çünkü ben, iyi bir koruyucu olduğum gibi yönetim işlerini de iyi bilirim” (Yusuf, 54–57) diyerek devrin yönetiminden güç ve imkân talebinde bulunması gibi, Türkiye’nin de bölgesindeki toplumlarla ortak kültüre mensup bir ülke ve toplum olarak Ortadoğu’da misyonu ile bağdaşır adımlar atması gerekir. Elimizdeki bin yıllık sermaye ile bu coğrafyada herkes için kutlu bir gelecek inşa etmek imkânsız değil! Türkiye, semasındaki yıldızlar arasında parlayan bir güneş gibi bölgenin Yusuf’u rolünde olmalı ve iki yüz yıl önce kapanmış bir kapıyı yeniden açma seferberliğinde en ön safta yerini almalıdır. Bu role uygun davranmadığımız zaman, Ortadoğu ile birlikte biz de batarız. Anadolu insanları olarak önümüzde bela girdabı ve ardımızda ölüm olduğu bilinci ile hareket edip ülkemiz ve bölgemiz aleyhine kurgulanan bütün hesapları bozmalı ve bölgemizdeki bütün akraba toplumlarla ortak referanslar sistemi halinde kendi medeniyetimizi diriltmeliyiz.

Kuşkusuz, hiç bir millet tarihi ve kültürel misyonundan ödün verme hakkına sahip değildir. Özlemi çekilen yeni bir medeniyetin kapısı aralanacaksa, bu kapının anahtarını biz çevirmeliyiz. Öyle ya, her biri başlı başına birer medeniyet sayılan Mevlâna ve Şems-i Tebrizi dile gelerek bize: “yaşadığımız dönemden 750 yıl sonraki hayat telakkinizden, insanlığınızdan, İslâmlığınızdan ve geleceğe dair hedeflerinizden ne haber?” diye sorsalar ne cevap veririz? Unutmayalım ki, fırsatların tepildiği an toplumların ve medeniyetlerin de kaybettiği andır. Bu nedenle, “bizi şahsiyetli bir hayatın şahrâhına çıkarabilecek yol nedir”, esas ona bakmalıyız. Aksi halde, başımıza gelecekler Peygamber Yusuf’un zindan arkadaşlarının gördükleri rüyaların anlamından pek farklı olmayacaktır. İster birilerine “şarap sunun, ister kuşlar beyninizi yiyip bitiresiye kadar darağacında asılı bekleyin” (Yusuf; 41) yine de talihiniz değişmeyecek ve çağın Firavunlarının nazarında birer öteki, birer Asyalı yahut Afrikalısınız.

Netice itibariyle çağın şartları ne olursa olsun, hayatımızı Batının saplandığı materyalist görüş kısırlığında değil, dünya-ukba dengesi içinde sürdürmek zorundayız. Biliyoruz ki düşman toplumların tezlerine bağlı kalındığı sürece içinde bulunduğumuz kabz gecesinin karanlığından çıkmak mümkün olmayacaktır. Bunu başarmak için kavmiyetçilik, ulus devlet saplantısı ve maddi menfaat mefhumunun üzerine çıkmamız gerekir. Bugün Ortadoğu bir cehenneme çevrilmiş olsa bile önemli olan mitolojik öykülerde bahsi geçen Sisyphus gibi, her seferinde ısrarla kendi “kaya”mıza tutunabilmek; yani din, kültür, tarih ve medeniyet bağımıza sımsıkı bağlı kalabilmemizdir. Bu, başkalarının zincirlerinden daha iyi. Hiçbir şey, bizi bu çabadan koparmamalı! Zira bizim, yalnız kendimizi değil, başkalarını da kurtarma gibi bir sorumluluğumuz bulunmaktadır. Sadece kendi toplumumuza değil, bütün insanlığa kucak açan medeniyet müjdecileri olmak zorundayız. Birileri yıkmakla meşgul ise biz de Türk, Kürt, Arap, Acem, Hint ve Afrikalı diyerek ayırt etmeden insanları yaşatmakla yükümlüyüz. Böylece, hem insana değer vererek onları ruh ve beden bütünlüğü bakımından daha mukavemetli hale getirmek hem de inanç ve gönül dünyamızın anahtarlarıyla yeni devlet ve medeniyetlerin kapısını aralamamız gerekir. Karşı karşıya bulunduğumuz şartlar, içinde bulunduğumuz kirlilik çağında bizi kendi medeniyetimizin sesi ve vicdanı olmaya zorlamaktadır. Coğrafyamızda yükselen çığlıkları Davudi bir haykırışa dönüştürmek elimizde. Zira artık yeni bir dünyanın kapısındayız ve bu itibarla Türkiye tarih, inanç ve kültür bağının bulunduğu bütün toplumların ittihadı için güven verici adımlar atmalıdır. İhtiyaç duyduğumuz evrensel soluk budur ve var gücümüzle bu hedefe odaklanmalıyız.

Hâsılı, artık gün ışımıştır. İstikbalimiz, iki asırdan beri içinde bulunduğumuz ölüm tünelinde değil, bölgemizdeki toplumlarla birlikte geride bıraktığımız bin yıllık ortak hatırada, vahiy mesajında ve Peygamberi solukta gizlidir. Bütün bu sayılanlar bizi hayata bağlayan temel insiyaklarımız, reflekslerimiz ve güven kalelerimizdir. Bunları yitiren bir millet beraberinde yaşama hakkını da yitirmiş olur. Toplumların geleceğine bu perspektiften bakıldığında, adeta dağılmış tespih tanelerini andıran Ortadoğu’nun bir yüzyılı daha çıkarıp çıkaramayacağı kuşkuludur. Bu itibarla bir yol ayrımındayız. Ülkemizin ve bölgemizin hem karanlık hem de aydınlık çağı önümüzdedir. Ufukların ötesinden kurtarıcılar beklemekten vazgeçip bu iki seçenekten birini tercih etmek zorundayız. Ya seküler ihtiraslar uğruna her şeyi yakıp yıkan ve hiçbir değer tanımayan eli kanlı Herodian bir anlayışa tümüyle teslim olup iki dünyamızı birden karartmaya devam edeceğiz ya da iradenin, ilmin, inancın, hoşgörü ve fedakârlığın egemen olduğu yeni bir dünyanın kapısını aralayacağız. Haşmetli bir geçmişten sonra tümüyle yıkılmış, viran olmuş bir medeniyetin hatırası önünde diz çöküp gözyaşı dökerek varabileceğimiz bir menzil yok. Artık, yeni bir dünya kurmanın zamanıdır. Küresel dünyanın şartları, büyük bir diriliş hamlesi ile dimdik doğrularak daha sahici bir istikamete yönelmenin ve yeni bir medeniyet tasarımında bulunmanın bizim için elzem olduğunu göstermektedir.

KAYNAKLAR

1. AYTMATOV, Cengiz (1996). Gün Olur Asra Bedel, Çev.: Refik ÖZDEK, Ötüken Yayınları, İstanbul.

2. Kur’ân-ı Kerim; Yusuf, Araf ve Kehf Sureleri.

  1. MERİÇ, Cemil (2006). Kırkambar, Cilt 2, İletişim Yayınları, İstanbul.
  2. PETER, Ralph. “Blood Borders” (Kan Sınırları), Armed Forces Journal, & Erişim: 03.08.2006 http://www.armedforcesjournal.com/2006/06/1833899

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Selâm size...