İZLENİMLER/YORUMLAR

İsmail Doğu

Geçtiğimiz günlerde, İstanbul’da 3 önemli panel gerçekleştirildi. İlki İSAM’da, “İslami Düşünce ve Uygulamada Değişebilir ve Değişmez Olanlar” konulu bir paneldi. İkincisi Cemal Reşit Rey’de “Arzın Merkezinde Buluşmalar” serisinin 4. halkasını oluşturan müzakereli bir konferanstı. Sonuncusu ise, yine aynı yerde, Bilim-Din ve Felsefe Konferanslarının ilkini oluşturan “Yeryüzünde Yaşam Nasıl Başladı?” konulu bir paneldi.

“İslami Düşünce ve Uygulamada Değişebilir ve Değişmez Olanlar”

İslami Araştırmalar Merkezi (İSAM)’nce, merkezin konferans salonunda gerçekleştirilen panel, aslında 2 gün süren bir atölye çalışmasının yansıması olarak yapıldı. Belirtildiğine göre bu atölye çalışması, daha önce iki defa Oslo’da uluslar arası nitelikteki düzenlenmiş; bu üçüncüsü de, Oslo Koalisyonu ile iş birliği çerçevesinde yine uluslar arası şeklinde yapılmıştır. 30’a yakın araştırmacı tarafından yapılan ve 2 gün süren atölye çalışması sonucunda, ikisi yurtdışından, ikisi de yurt içinden olmak üzere toplam 4 kişinin katıldığı bir panel gerçekleştirilmiş oldu. Panelistlerin ilki, aslen İran’lı olan ve Londra’da yaşayan Ziba Mir Hüseyni, Cambridge Üniversitesi’nde Sosyal Antropoloji dersleri okutmuş; İslam Hukuku, özellikle de aile ve cinsiyet gelişimleri üzerinde çalışmalar yapmış bağımsız bir araştırmacı. “İslam Araştırmalarında Feminist Sesler” konulu bir konuşma yapan Hüseyni, “İslam hukukunda adalet ve eşitlik varsa, kadın-erkek eşitliğinin olması gerektiği”ni belirtti. “Kadının 2. sınıf muamelesine tabi tutulduğunu ve bunun da sömürgeci milliyetçi bakışların bir sonucu olduğu”na değindi. Hüseyni, özetle şunları söyledi: “İran’da devrim oldu. Biz kadınlar onu destekledik. Ama kadınlar kısa bir süre sonra 2. sınıf muamele görmeye başladı. Eşitlik yok. Çünkü ataerkil bir yapı var. İran’da feminizm denilince İslam dışı görülüyor bu. Halbuki feminizm, ayrımcılığa bir karşı duruştur. Leyla Ahmedgibi kimileri, Müslüman toplumlara saldırmak için bu ifadeyi kullandı. Batılılar, liberalizm ve modernizm adına ayrımcılığa karşıdır. Ancak bu, Müslüman dünyada gerçekleşmedi. Feminizm, kolonyal bir proje olarak adlandırıldı. Kadının kendi kimliğine karşı çıkmak olarak değerlendirildi. Başlangıçta siyasi İslam, kadınlara, kendilerini ifade etmek için bir alan açtı. Ama bu eşitlikten kaynaklanmıyordu. Ancak İslamcıların bu projesi, kadınlarca karşıt bir durum yarattı. Müslüman kadınlar, ataerkil yapının dinle ilgisi olmadığını anladı. Feminizm, hukuksal eşitliği getirdi. Batıdaki gibi anlaşılmadı bu. Yeni bir söylem, yeni bir dildi bu. İslami feminizm nedir? Bu tür feminizmi diğerlerinden ayıran nedir? Potansiyellere bakılarak açıklanabilir bu. Bir tanımlama yapmak çok zor. Kimi reformist, kimi de feminist olarak adlandırıldı. Ben bir tanım yapmaya çalışmayacağım. Zaten tek bir cümleyle de tanımlayamazsınız. Feminist hareketlerin yerel bir özelliği vardır. İslami feminizm çok yönlülük arz ediyor ve gelişme aşamasında. Onlar kendilerini böyle tanımlıyor. Sorun eşitlik. Bu hareket hâlâ oluşum durumunda. Tabi karşı çıkanları da var: Geleneksel Müslümanlar, İslami fundemantalistler, laik fundemantalistler. Fundemantalistlerin İslami olanları ile gelenekçi Müslümanlar, ezeli ve değişmeyen şeriat nedeniyle olduğu kadar,batılı bir söylem arzettiği için karşı çıkıyorlar buna. İktidar ve siyasete çok yakın olmaları onları ideolojik kılıyor. Laik fundemantalistler de, dogmatik. Bunlar da, dini olanı reddediyorlar. Aralarında sadece değer farkı var. Fıkhın insani olmadığını kabul eden bu gelenekçi İslam anlayışı, kutsallık atfediyor fıkha. Böylelikle de muhalif sesleri susturuyorlar. Biri din adına, diğeri aydınlanma/çağdaşlaşma adına.alternatif okuma biçimlerini reddediyorlar. Seküler feminizm, kendi dönemini bitirmiştir. Ama 20 yy’ın ikinci yarısından sonra gelenek-modernizm kıskacında sorunlar hâlâ sürüyor.

Feminist söylem, meşruiyetini İslami yapıdan bulabilir mi? İslam hukukunda, az da olsa bir değişim yaratabilir mi? Kadınlara güç verebilir mi? İslam-Feminizm dikotomisini ortadan kaldırmak gerekir. Bu, sömürgeci dönemden kalan bir şey. Günümüz şiddet ve sömürgesi geleneğe yaklaştırılıyor. Seküler ahlak meselesini de bozuyor.”

Ziba Mir Hüseyni’nin konuşması öztle böyle. Tabi konu feminizm olunca ve konuşan da bir bayan olunca, ister istemez “Avrupa merkezci bir tutum”, “akıl ve mantığı metnin/inancın karşısına koyma”, “batılıların işine gelme” gibi itirazlar oluştu. Temelde itiraz içeren sorular anlamlı olmakla birlikte, kanaatimce Hüseyni’nin durduğu yer, batıcı bir yer değil. Israrla İslami düşünce ve uygulamadaki sıkıntıları belirterek, buna ait çözümleri de yine bu zaviyeden hareketle yapılabileceğini vurguladı. “İslami feminizm adını, dışlayıcı bir özelliği de olduğunu düşündüğü için başta kullanmak istemediğini belirten Hüseyni, bunun batılı bir kavram olduğunu kabul etmekle birlikte başka bir tanımlama da kullanamadığını” ekledi. “Din dışı feministlerin geleneğinden uzak olduğu”nu ve “bunu daha çok bilinçlilik ve farkındalık açısından kullandığı”nı, bu yüzden de feminzmi “batının bir mirası olarak görmediği”ni söylemesine bakılırsa, konuşmasında bu itirazlara mahal bırakacak bir yön kalmıyor. Hüseyni, “Din dışı bir feminizmle uğraşmak kolay. Ama ben bunu yapmadım. İnancımızın peşindeyiz ve bizim bu projemiz, inanca dayalı br projedir” diyerek meselenin başka boyutlarına uzanıyor. Kanaatimce sorun, değişebilir ve değişmezlerin sınırlarını belirlemekten geçiyor. Bu ise görebildiğim kadarıyla ne Hüseyni hanımefendinin konuşmasında, ne de ona yapılan itirazların kökeninde yatmıyor. Bunun nedeni olarak da, Hüseyni’nin, sorunu “epistemolojik” görmesinde gösterilebilir. Zira bu ifade, feminizmin gerçeke ne kadar ontolojik bir kökene dayandığının görülmemesi/görülmek istenmemesi ile ontoloji ve epistemoloji arasında nasıl böylesi bir ayrıma gidilebileceği problematiğini resmetmektedir. Hüseyni’nin konuşması, aslında bir sancının ürünü. Bu sancıyı doğuran etken ise, “öyle bakmamamız gerek” dediği ama aslında bakılması gereken sömürgeci yapı ile yenilememiz gerek dediği ve gerçekten de temelli/sistemli bir mantık içinde yenilenmesi gereken gelenekçi söylem. Batıdan geldiği için ve geleneğimize ters düştüğü için bir ifade ve tanım, sadece bu nedenle geri püskürtülemez. Zira o her zaman karşımızda durur ve bizi zorlar. Üstelik sorun, sadece modernizmle ortaya çıkan bir söylem de değil, her ne kadar modernizmin kışkırtması olsa da. Hüseyni’nin dediği gibi, mantıkçılık ve rasyonalite, sadece batıya ait değil. Zaten bu toplantılar bunun için yapılmıyor mu? Konuşulamayacak ve düzeltilemeyecekse, ne diye bu tür organizasyonlar yapılır ki?

İkinci tebliğ, Tarık Ramazan tarafından sunuldu. Oxford’da İslam Araştırmaları profesörü olan Ramazan, “islami geleneğe tabi ki bağlı kalmamız gerektiği” ile konuşmasına başladı. “Hepimizin, farklı kültürel gelenekler ve dolayısıyla farklı algılamalara rağmen aynı İslami gelenekten geldiği”ni belirterek, “hem İslami prensiplere bağlı kalıp, hem de günümüz problemlerine çözüm getirebilir miyiz?” sorusunu hep birlikte sorduğumuzu söyledi. “Reform”u, “kendi bulunduğu duruma kendini uydurma”sı “ve ayrıca değiştirme”si olarak niteleyen Ramazan, aynı şeyi kullanıp aynı şeyi kastetmeme problemine geçti. Ramazan’a göre, “bu yüzden soru doğru sormak gerek”ti. Tarık Ramazan, konuşmasını özetle şöyle sürdürdü: “soruyu doğru sormak gerek. Doğru bir soruyla vizyon görülebilir. Krizi görüyoruz ama vizyonu göremiyoruz. Zira soru net değil. Bu bunalım, mevcut görünümleri, özellikle de İslam dünyasında belirgin 3 durum alanını göstermektedir: İlki, hangi kelime ve kavramları seçiyoruz? Mesela feminizm, bu bir problematiktir. Reform mu, ıslah/tecdid/ihya mı? İkincisi, sadece tanımların kullanılması değil, çeviri de önemlidir. Sonuncusu ise, kavram ve çeviri, gerçekle ilintili ve algıyla alakalı olması. Gerçeklik sizin algınızı etkiler. Bu arada bir kombinasyon vardır. Ve bu etkiler. Başatlık duygusu hakimdir. Şimdi buna göre, kendi ilkelerimize bağlı kalmanın önemi, onunla ne kastedildiğine bağlıdır. Neyin değişip, neyin değişmeyeceği sorusu gündeme gelir. “La ilahe illallah” cümlesi mesela. Tek bir Allah ilkesi değişmeyecektir. Buna karşın anlayış, uygulama ve bağlamlar değişebilir. Metinlerle iki şekilde ilişkiye geçebiliriz. Birincisi metnin kendisiyle, ikincisi de gerçeklerle. Şeriat, yol demektir. bu durumda bağlamlarla ne kadar ilgileniyoruz?”

Görüldüğü gibi Tarık Ramazan’ın konuşması, daha felsefi bir düzlemden hareketle ortaya çıkan bir tebliğ. Uygulamadan ziyade, uygulamalara yön ve biçim verebilecek teoriler üzerine kurulu. Şahsen bu durum, benim fazlasıyla ilgilendiğim bir sorundur. “Müslümanlar yeni bir Martin Luther mi bekliyor?”, “bu sorunlar, kendi problemlerinden kaynaklanarak mı oluşuyor yoksa küresel bir yapının dayatması olarak mı karşımıza çıkıyor?” türü sorular sorulmuş olsa da, asıl mesele Tarık Ramazan’ın ifade etmeye çalıştığı sorunun net bir biçimde ortaya konulması gerekliliğidir. Buradan hareketle şunu söyleyebilirim. “İslam düşüncesinde ve uygulamasında değişebilir ve değişmez olanlar”, “sabit din ve dinamik şeriat”, “maksimum ve minimum din”, “fıkhın güncellenmesi”, “ezmanın tegayyürü sonucunda ahkamın tegayyürü” türü başlıklar birer sancının ifadesi olmakla birlikte, bir iddia taşıyan ifadeler olarak gözüküyor. Burası güzel. buna katılmakla birlikte, bu başlıklar etrafında yapılan konuşmaların içeriği bende, başlıkta çağrışım yapan sancıyı ve iddiayı ortaya çıkarmıyor. Geçmişte yapılan ilk dönem tartışmaların bir kopyası, o da kötü birer kopyası olarak gözümde canlanıyor. Dağın fare doğurması misali, yeni atılımlar gerçekleştirilmeden bırakılıyor. Yapılanlar sadece, birkaç muamelata dair hükümlerin açılımı olarak kalıyor. Bütün örnekler ve söylemler, başlıkta geçen iddia ve sancının ağırlığı altında eziliyor. Belki de bu ağırlık bir çoklarınca hissedilmiyor bile. Değişebilir düşüncesinde olanlarla, değişemez düşüncesindekiler aynı noktada buluşuyor sonuçta. Peki durum bu minval üzere ise, onca gürültü ne adına çıkıyor? Bunu da anlayabilmiş değilim. Ben, sorunun metodolojik olmaktan öte ontolojik ve epistemolojik bir durum arz ettiğini ve bunu görüp bunun üzerine eğilmeden sorunun sürekli temcid pilavı gibi pişirilip öne getirileceğini, kimi pratik uygulamalara çözüm getirilse ve bunlar da kabul görse de temelli bir çözüme kavuşulamayacağı kanaatindeyim. Nitekim bu düşüncemi Tarık Ramazan ile paylaştım. Soruyu önemsediğini ve bunun üzerinde çalıştığını belirtti. Nitekim son konuşmacı İbrahim Kalın beyin tebliği de, bu sorun üzerine odaklanmıştı.

Üçüncü konuşmacı Recep Şentürk, “bu sorunun niçin sorulduğu”nu “nerede ve ne zaman ve kim tarafından sorulduğu”nu sorarak tebliğine başladı. “Bağlamı yakalamak için bu soruların sorulması gerektiği”ne değinen Şentürk, “bu sorunun fukahanın ele alışından çok farklı bir biçimde ele alındığı”nı belirterek, “bunun yeni bir din inşası projesine de getirildiği”ne ve “çok farklı bir mecraya sürüklendiği”ne işaret etti. “2 disiplin üzerinden sorulabileceği” ni söyleyen Şentürk, bunlardan birincisinin İslam Hukuku/Fıkhı, ikincisinin de Sosyoloji olması gerektiğinden hareketle konuşmasını özetle şöyle sürdürdü: “Comte, yeni bir din üretmek istiyordu. Ancak anlaşıldı ki, kolay kolay değiştirilebilecek bir şey değildi bu. Kendine ait bir mantığı vardı dinin. İnancımızı koruyarak modern dünyada duruş, pasif bir tavırdır. Tarık Ramazan’ın, mevcut realiteyi İslam açısından değiştirme düşüncesine katılıyorum. Burada ibni Haldun’a atıfta yapmak istiyorum. İ. Haldun’a göre fıkhın gayesi, insanlık medeniyetini korumaktır. Süleymaniye Camii için Sinan’ın, Babil, Mısır, Bizans ve Roma’dan birer sütun getirerek 4 direk üzerine İslam kubbesini oturtma örneği anlamlıdır, yerindedir. İslam medeniyeti, bir fıkıh medeniyetidir. İdealler sağlanmıştır. Fıkıh derken, ahkamı kastetmiyorum. Fıkhı, vicdani-batıni denilen sufi ifadeyle ya da “fıkhı ekber” anlamıyla felsefi bir ifadeyle, fıkıh usulü anlamıyla ele alıyorum. Gazali örneğindeki gibi, metodolojik açıdan fıkıh. Günümüzde fıkıh, mikro düzeyde ele alınıyor. Bu, mükelleflere bakar, bireysel ilişkilerden müteşekkildir. Makro fıkıhla ilgilenilmiyor. Bu daha toplumsaldır. Grupları ve gruplar arası ilişkileri inceler. Açık medeniyetler tecrübesinden istifade edebilir miyiz? Bunu Huntington’a bırakırsak bunlar çatışacaktır. Bu, bütün bir insanlığın problemidir. Biz Müslümanlar, insanlık ailesinin bir üyesiyiz. Sorunlar hepimizin. Ama sadece Müslümanların olarak değerlendiriliyor. Ayrıca ideolojik yaklaşılıyor. İnsanlığa ne katkıda bulunabiliriz? Geleneğimizde bu var. Ayrıca İslam, hızla yayılmaktadır. İşte bu yüzden bunu yapmalıyız.”

Şentürk’ün konuşmasında çarpıcı ifadeler elbette vardı. Fıkhı, sufi ve felsefi ifade olarak almaya çalıştığını söylemesi takdire şayandı bence. Lakin kanaatimce aktüel meselelere dahil etmesi, üstelik kimi siyasi olayların farkında olamamış gözükmesi, bu durumu gölgelemektedir. Rusya’daki Hıristiyanlığın glostnastla yükselişi üzerine değerlendirmesi, dünyadaki siyasi olayların hangi minval üzere oluştuğunu anlayamamış olmasını gösterir. İdeolojik yaklaşımı eleştirirken, verdiği örnek de hayli ilginçti. “Ali Şeriati’nin, Ebu Zerr’i, ideolojik bir yaklaşımından dolayı komünist olarak tanıttığı”na değinmesi, kafaları iyice karıştırdı. Sosyalist diyecekti sanırım, eğer onun için bir fark oluşturuyorsa. Üstelik, argümanıyla örneği arasında ilginç bir temassızlık vardı. Anlaşılan o ki Şentürk, Ali Şeriati’yi ve aynı zamanda Ebu Zerr’i anlamamakla birlikte; ideolojik yapılanma ve düşünme biçimlerini eleştirirken, dünyanın hangi ideolojik eksenler üzerinde yapılandığını ve çatışma tezine karşı çıkarken ne tür projelerin hayata geçirildiğini fark edememiş olsa gerek. Fıkıh, ideolojik yapılanmalardan ne kadar uzak kalabilir ki, üstelik bir makro fıkıhtan bahsedilirken? Çatışmaya karşı getirdiği medeniyetler ve kültürler arası diyalogun neticesinde geliştirdiği fıkhın, dünyanın yaşadığı bu gerilim içinde hangi zeminde oturacağı nasıl ve kimin tarafından belirlenecek? Başlangıçta sorduğu sorular, ideolojik tanımlamadan ne kadar uzak? Buna getirdiği cevaplar ve yaklaşımlar, bana başka soruların doğmasına yol açıyor.

Son konuşmacı İbrahim Kalın, “son konuşmacı olmanın, kendisinin hep bir kaderi olduğu”ndan dem vuran bir espriyle başladı. “Genellikle sorunun fıkıh bağlamında daha da alt düzeyde ahkam bağlamında ele alındığı”na değinen Kalın, “sorunun, evet-hayır demekten bir üst düzeye taşınması gerekliliği”nden söz etti. Kalın, konuşmasını özetle şöyle tamamladı: “Bütün bunlarla beraber gerçekliği algılama problemiyle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Fıkıh reformunun geliştirilmesinin, sadece ahkam düzeyinde olması mümkün değildir. Fazlurrahman’ın da önerdiği, kuralların ötesi idi. İnsan, Tanrı ve evrene ilişkin kabullerin gözden geçirilmesi gerekir. Azınlıklar fıkhı tekrar göze çarpıyor. Bununla kastedilen gayrı müslimler değil, Müslüman azınlıklardır. Pozisyonu fark etmek ve duyarlılık içinde olmak gerekir. Ne gelenek statik ve homojen, ne de günümüz realitesi bitmiş bir durumdadır. Hz. Ali’nin, hariciler Mushaf yapraklarını mızraklarına taktığında onlara söylediği söz çok önemlidir: “Kur’an, insanların ağzıyla konuşan bir kitaptır.”

Biri dinleyici Tarık Ramazan’a, “Martin Luther ihtiyacı”nı sorduğunda, ben kendi yerimden, “hangi Luther?” diye sordumdu. Mesela, temel haklar için bize Martin Luther King daha yakındır.”

İbrahim Kalın’ın konuşmasında göze çarpan, Tarık Ramazan’ın konuşmalarına paralel olmasıydı. O da, bizim biraz önce izah etmeye çalıştığımız felsefi altyapı üzerine değinilerde bulundu. Nasr’ın asistanlığını yapmış olan Kalın’ın bu felsefi izah tarzına bütün yüreğimle katıldığımı belirtmek isterim. Her şeye rağmen merak ettiğim, acaba konuşmasında bahsettiği Tanrı, insan ve evrene ilişkin kabullerin kendisi tarafından ne denli gözden geçirildiği ve ne tür sonuçlara ulaştığıdır. Bence bu panelin en önemli özelliği, bu tür atılımlara zemin hazırlamasıdır. Aksi takdirde söylenenler, pratik birkaç uygulamaya karşı çzöüm önerisinden öteye gitmeyecektir. Ve bu hal, yeni panellere ve tartışmalara zemin hazırlamaktan başkasına da yaramayacaktır.

“Yeryüzünde Yaşam Nasıl Başladı?”

24 Şubat günü Cemal Reşit Rey’de yapılan panel, Bilim-Din ve Felsefe Konferansları dizisinin ilkini oluşturuyor. Mustafa Akyol ve İsa Tatlıcan’ın düzenlediği panel, David Berlinski, Paul Nelson, John Lennox ve Alpaslan Açıkgenç’in konuşmalarından oluşmaktaydı. Kısa bir film gösterisi ardından söz alan Mustafa Akyol, hem panelin amacından bahsetti, hem de konuşmacıları tanıttı. Kısa belgeselde, aşina olanların hemen fark edebileceği üzere, piyasada bolca bulunan ve bir çok dergi aracılığıyla ücretsiz olarak dağıtılan Bilim Araştırma Grubu (BAV)’nun hazırladığı filmleri andırmaktaydı. Ağırlıklı olarak Darwin eleştirisinin yapıldığı film ve konuşmalar, tipik bir Harun Yahya çalışmalarından öteye gidemedi. Karşı olduğunu belirttikleri modern batı felsefesinin paradigmaları üzerinden gelişen post-modern söylemlerle eleştirilen Darwinizm ve Evrim teorileri, bütün bunlara karşı bir itiraz ve bir iddia taşımaktan hayli uzaktı. Böylesi durumlarda benim en çok garibime giden şey, Darwin eleştirileri için yurtdışından bilim adamı (!) ithal etme gayretidir. Bu sözümden Darwin’i ya da karşı söylem geliştiren filozofları küçümsediğim anlamı çıkmasın. Daha çok vurgulamaya çalıştığım şey, batıcı olan bir modern düşünürün, yine batıcı olan bir post-modern tarafından çökertilmek üzere Türkiye’ye davet edilmeleriydi. İş onunla da kalsa. Bu batılı konuşmacılardan özellikle Berlinski ve Lennox’un konuşmalarının içler acısı bir durum arz etmesiydi. Bir batılı için Darwin eleştirisinin post-modern bir söylemle yapılması anlamlı ve kabul edilebilir bir şey olarak görülebilir. Nitekim Bergson gibi, çok ciddi eleştiriler sergileyen filozoflar vardır batıda ve gerçekten de önemli felsefeler geliştirmişlerdir. Lakin Türkiye’de ve dünyada ne Darwinistlerin, ne de anti-Darwinistlerin bir çoğundaki yaklaşım, alay konusu olmaktan ve yapmaktan öteye gitmemiştir. Türkiye’de Darwin ve evrim denilince ilk akla maymunun getirilmesi bunun bir sonucudur. Halbuki bu kişi ve düşünce, bu ironik halden çok öte bir konum arz etmektedir. Darwin düşüncesi, her zaman bilim-din çatışması ekseninde cereyan etmiştir. Haklılık payı olmakla birlikte, meselenin bu kadar basit ve sığ olmadığı kanaatindeyim. Berlinski’nin, Darwini yaramaz çocuk olarak değerlendirip, düşüncelerinin bir öğleden sonra anlaşılarak akşama doğru karşı çıkılacak kadar basit olduğunu söylemesine karşın, bütün bir ömrünü ona reddiye için harcaması (gerçekten harcamış mıdır acaba. Bırakın bütün bir ömrünü, bir parçasını harcasaydı meseleyi böyle ele almaktan çok uzak olurdu sanırım) garip bir çelişki. İneklerden söz eden Berlinski, bu hayvanların balinalara çok benzediğini belirterek, Darwin’e göre bir grup ineğin okyanuslara açılarak kendilerini yeniden varettiklerinden alaycı bir biçimde bahsetti. Demek bu kadar saçma bir düşünceydi bu. O halde, bu gürültü niye? Bu konuşma ve emek niye? Böylesi saçma bir düşünceye reddiye yazmak, aynı saçmalığı paylaşmak anlamına gelmez mi? Yine Lennox, bilim-din çatışması ve bilimde indirgemecilikten bahsederken, bilimin, halasının kekinin nasıl lezzetli olduğunu açıklayamayacağından dem vurup bilimi eleştirdi. Böylelikle bilim, bir kez daha ispatlandı ki, indirgemecidir. Tabi Lennox, bütün bunları söylerken eleştirdiği indirgemeciliğe ne kadar düştüğünün farkında değil. Belki de farkındalar. Ve onlar sadece kendilerine verilen paraları almanın yoluna baktılar. Ne söylenildiği pek önemli değil. Ancak şuna şaşırıyorum ki, böylesi kişilerle entelektüel çalışma yapıldığını düşünerek emek ve sermaye harcayan düzenleyicilerin, bunlar gözünden nasıl kaçabilir? Bunun karşısında getirilen “Tasarım teorisi”, salt teizm kanıtlamasından öteye de gidemedi. Nelson tarafından bilimsel izahlarla açıklanan bu teori, bir çok soruyu ve sorunu beraberinde getirdi. İyi ki de ünlü ateist Anthony Flew, ateizmi bırakmış ve teizme dönmüştü. Bununla, tam bayram edilecek bir hava oluşturuldu. Din tanrıdan ve ahlaktan ayrılırken bu hiç önemli değildi.

Evrim teorisinin sadece Darwin’e indirgenemeyeceğini, İslam düşünce geleneğinde de evrim teorilerinin bulunduğun çok güzel bir şekilde ifade eden Mustafa Akyol’un düzenlediği bu toplantı, Darwin’i aşamadı. Üstelik açamadı bile. Acaba konferansların diğer serisinin konularını ve konuşmacılarını kimler oluşturacak?

Uluslar arası düzen yeni isim ararken…

Ahmet Emin DAĞ

Mevcut düzen

1991 yılında Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile birlikte, tüm dünyanın, siyasal, ekonomik ve kültürel olarak Anglo-sakson medeniyetin ve onların askeri hegemonyasının denetiminde olduğu kabulü tartışmasız bir gerçek olarak sunuldu. Ancak, ABD, İngiltere ve İsrail şahsında somutlaşan bu egemenliğinin 1960’ların sonundan itibaren çözülme süreci içine girdiği, Soğuk Savaş’ın sadece Doğu Bloku açısından değil Batılılar açısından da hezimet olduğu ve 2000’li yılların başından itibaren de Batının saldırganlığında yaşanan artışa paralel biçimde dibe vurmuş meşruiyetin de ortadan kaybolduğu vurgusu fazla dillendirilmedi. Son 15 yıldır dünyada yaşanan rekabet, işgaller ve yasa dışı uygulamalar rakip blokları hareketlendirirken, gücünü giderek arttıran alternatif güç odaklarının pasta payını arttırmaya (dolayısıyla ABD’ninkini azaltmaya) yönelik hamleleri 21. yüzyıldaki emperyalist didişmenin ana rengini belirleyeceği gözlenmektedir.

Küresel hegemonya konusunda anlaşmazlık içinde bulunmakla birlikte, dünya siyaset ve ekonomisini elinde bulunduran güçlerin, Doğu-Batı değerleri ve dünya görüşü bakımından kendilerini nehrin bir yanında dünyanın kalanını diğer yanında gördükleri gerçeği ortadadır. Bugün almış olduğu şekil itibarıyla küreselleşme (bu yönüyle), Batılı ülkelerin siyasal, ekonomik ve kültürel nüfuz konusunda emperyalist bir araca dönüşmüştür.

Buna karşın Anglo-Sakson dünya egemenliğine karşı çıkan Fransız, Alman, Rus ve Çin gibi ülkeler söz konusu küreselleşme sürecini Amerikan nüfuzunu törpüleyecek birer fırsata dönüştürme çabasındadır. Bu yönüyle Küreselleşme karşıtı hareketler ile söz konusu muhalif ülkeler arasında bir amaç ittifakı söz konusu. Ama bu ortaklık, küresel çelişkiler ve çıkar hesapları sebebiyle siyasal bir ittifaka dönüşebilecek bir eğilim taşımamaktadır.

Medeniyetler çatışması tezi 1990’lı yıllardaki popülerliğini yitirmiş ve başlardaki kültürel vurgular değiştirilerek yerini “terör” kavramına bırakmış olsa da, terörün tanımını yaparken kullanılan dolgu malzemelerinin tamamen “medeniyet” perspektifinden yola çıkarak oluşturulması Batılılar arasındaki ittifakı pekiştiren bir unsurdur. Bu yönüyle kendileri de farklı İslami azınlıklarla çekişme yaşayan Rusya ve Çin gibi ülkelerin Batılılarla aynı düzlemde İslami tehdit söz konusu olduğunda ortak refleks geliştirmeleri kaçınılmaz. Anlaşmazlık noktası daha çok, oluşturduğu tehdit konusunda ittifak sağladıkları bu ortak düşmanın yok edilmesi sürecinde, bu savaşın nimetlerini kimin yiyeceği üzerine düğümlenmektedir.

Bu açıdan NATO, gelmiş olduğu konum itibarıyla Amerikan hegemonyasının Avrasya’daki jandarma gücü durumundadır. Afganistan ve Irak işgallerinde üstlendiği roller NATO’nun önümüzdeki dönemde İslam dünyasına yönelik saldırganlıklarda aktif kullanımı yolunu açabilir. Bu nedenle Batıyla sorunu olan halkların karşısında bir NATO hayaleti çıkacaktır. NATO’nun İslamcı gruplara karşı verdiği mücadeleden her hangi bir rahatsızlık duymayan Rusya ve Çin, örgütün Amerikan ileri karakolu olarak kullanılmasına tepki duymakta.

Çekişmenin yaşandığı bir diğer zemin uluslar arası kuruluşlardır. Bu kuruluşlar yapıları icabı kendilerini oluşturan güçlü devletlerin çıkarlarını önceleyen bir siyaset izlerler. Bu yönüyle Dünya Bankası’ndan BM’ye tüm örgütlerin yapıları mevcut küresel dengelere hizmet etseler de, bu örgütlerin karar mekanizmalarında güçsüz devlet temsilcilerinin de söz söyleyebilmesi zenginlerin asıl karar alma süreçlerini G-8 türü daha özel platformlara kaydırmalarına neden olmuştur. Özellikle son 10 yıldır uluslar arası önemli kararların, dünyaya nizam vermeyi hedefleyen yönergelerin olgunlaştırıldığı zeminin zengin ülke temsilcilerinin katıldığı G-8 olması rastlantı değildir.

Uluslar arası düzenin adını halen koymamış olan güçler 11 Eylül olaylarından sonra buna hız verdiler. Bu olaydan sonra uluslar arası siyasetin doğası ABD lehine değişmiş olsa da, olaylar öncesinde Avrasya’daki varlığı büyük bir tartışma konusu olan ABD’nin askeri varlığı halen tartışılmaktadır. Bunun sebebi, söz konusu askeri varlığın halen sürüyor olmasının yanı sıra, 11 eylül olaylarını Amerikan yönetiminin istismar etmesi ve bunu Avrasya’daki varlığını pekiştirmek için bir fırsata dönüştürmeye kalkışmasının diğer süper güçler üzerinde oluşturduğu tepki idi.

İslam Dünyası

100 yıl önce ilk parçalanmaya maruz kalan İslam dünyası, yeni dönemde Endonezya’da Doğu Timor’un, Sudan’dan Güneyin ve Darfur’un, Irak’ta kuzey ve güney bölgelerin ayrılması gibi birbirinden bağımsızmış gibi görünen küresel bir operasyon ile daha mikro parçalara bölünmektedir. Bu dönemdeki politikalarla, Batılıların İslam dünyasını daha küçük parçalara bölme çabaları sürecektir. Ancak paradoksal biçimde, gerek siyasal ve ekonomik bağımlılık gerekse Amerikan üsleri vasıtasıyla zaten fiili Batı nüfuzu altında bulunan İslam dünyası aynı Batılıların sağlayacağı güvenlik ortamından medet umacak kadar acil bir konumdadır.

Dışa karşı böyle bir çıkmaza sahip olan İslam dünyasındaki siyasal yapılar, bu bağımlı yapılarından dolayı kendi halkları nezdinde ciddi birer meşruiyet krizi yaşamakta ve bu kriz her geçen gün derinleşmektedir. Bu meşruiyet krizi, Batılılara hizmet ettiği sürece problem oluşturmazken, problem olarak görülmeye başlandığında, bu kez de Batılıların İslam dünyasına müdahale aracı olarak kullanılmaktadır.

İçinde bulundukları çaresizlik sebebiyle mevcut rejimlerin değişmesi taleplerine her zaman açık görünen Müslüman halklar ise, özellikle Afganistan ve Irak örneğinden sonra değişimin sonuçlarının eskisinden daha iyi olmadığı gerçeği ile yüzleşmiştir. Ekonomik yoksunluk, siyasal meşruiyet krizi ve kültürel asimilasyon sürecindeki Müslüman halklar, tepkilerini ortaya koyma sıkıntısı çekmektedir. Bunların doğal sonucu olarak da İslam dünyasında tamamen Batıcıların başını çektiği seçkinler ile kendine güvenebileceği liderler arayan muhalif halk katmanları arasındaki makas açılmaktadır.

Tüm bu siyasal ve ekonomik sancılar, Batılıların gizli emperyalist gündemlerine duyulan tepkileri körüklerken, bunun en önemli yansımalarından biri olan 11 Eylül olaylarından sonra baskılar daha da artmış olması, İslam dünyasındaki yığınları umutsuzluğa ve psikolojik dönüşüme zorlamaktadır. Değişim dayatmaları ile birlikte gelen bu baskıların yerli elitler eliyle yürütülmesinde görülen başarısızlık Batılıları kadife devrimler sürecini de içinde barındıran tasfiye döneminin sancılı olmasına yada tüm sıkıntılarına rağmen mevcut statükonun devamı arzusuna neden olmaktadır.

Büyük Ortadoğu Projesi adıyla meşhur olan şimdilerdeki adıyla Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi, Batıya tehdit oluşturan yapıları reform baskıları ile dönüştürmeyi hedeflemektedir. Bunun bir ayağında siyasi dönüşüm var ise, diğer ayağında İslam’ı tehdit olmayacak biçimde tamamen değiştirmek de bulunmaktadır.

Yaşanan süreç içinde İslami hareketler de ciddi bir dönüşüm geçirmektedir. 1970’li yıllardan itibaren milliyetçi oluşumların güç kaybına bağlı olarak Müslüman halkların en ciddi muhalefet liderliğine aday olan İslamcı hareketler, yerel otoritelerden gördükleri baskı ve şiddet sebebiyle 1980’lerin ikinci yarısından itibaren yöntemlerini sorgulamaya başlamışlardır. Anti emperyalist bir formla yeniden İslamcılığın çözüm olarak ön plana çıkmasıyla iktidarda dönüşüm sorunu belirmiş ve modern Batı değerleri ile geleneksel İslam değerlerinin buluşturulması anlayışı popüler hale gelmekle birlikte içi İslami bir dolgu ile doldurulamamıştır. İktidarla gelen İslamcı aktörler, ciddi birer alternatif ortaya koyamamış yada koymaları engellenmiştir.

İç çatışma ve çekişmeler (sınır çatışmaları, mezhebi farklar vs) de İslam dünyasının en ciddi sıkıntılarından biridir. Hemen her İslam ülkesinin birbiriyle toprak sorunu veya etnik problemi bulunmaktadır. 1990’ların başında yoğun biçimde tartışılan medeniyetler arası çatışma tezi yerine artık medeniyet içi çatışma tartışmaları daha ciddi yer bulmaktadır. İslam’ı kendi içinde savaştırıp zayıflatma ve tehdit olmaktan çıkarma stratejisi ABD ve İsrail’in en iddialı girişimlerinden biri olacaktır.

İslamcı anlayışın siyasal dönüşüm macerasıyla paralel biçimde gelişen Müslüman kitlenin ekonomik anlamda zenginleşme süreci, geleneksel yaşam biçimini tamamen değiştirerek, modern bir İslami yaşam dayatmıştır. Bu şekliyle tüm geleneksel İslami kavramlar, ilkeler, ahlak yargıları ve kalite kavramları modern terminoloji ile bağdaştırılmaya çalışılmıştır. Yaşam ve zihniyet sorunu, Müslümanların iyi bir alternatif olma çabalarında netleştirmeleri gereken önemli birer engel olarak durmaktadır.

“Tapınak değil hayat dili…”

Yazar İhsan Eliaçık ile “Yaşayan Kur’an” meali üzerine…

İsmail DOĞU: Gördüğümüz ve bildiğimiz kadarıyla Kur’an’nın gerek meal, gerek tefsiri için yapılan çalışmalarda kullanılan başlıklar, daha çok Kur’an’ı anlamaya ya da O’nun çağrısını ifade etmeye yönelik ifadeler kullanılır. Siz, daha pratik bir başlık kullanmışınız: Yaşayan Kur’an. Bu başlığı kullanmadaki neden üzerinde durarak başlayalım. Bir meale böylesi bir başlık koymanız, beraberinde bir iddiayı taşıyor mu? Bu konuda neler söylemek istersiniz?

İ. ELİAÇIK: İki sebepten dolayı bu başlığı koydum: 1- Yasin suresini okurken sürekli gözüme ilişen bir ayet var: “Biz ona şiir öğretmedik, gerekmez de. Bu, sadece bir titreyip kendine gelme çağırısı ve apaçık Kur’an’dır. Yaşayanları uyarsın ve kâfirlerin karşına sözü gerçeğin ta kendisi olarak diksin için...” (Yasin; 36/69–70). Burada geçen “yaşayanları uyarmak için inen Kur’an” esprisinden esinlendim. 2- Kur’an’ın, her ne kadar eski çağlarda inmişse de, bir ölü metin olmaktan çıkarılması ve yaşadığımız hayata yönelik mesajlar versin istedim. Nitekim okunduğunda görüleceği gibi tefsir metodumuz bu doğrultudadır. Bu başlığı “Aziz Kur’an”, “Son Çağrı Kur’an”, “Kur’an Mesajı”, “Hak Dini Kur’an Dili” gibi başlıklardan bir başlık olarak görmek gerekir. Böylece “Kur’an’ı Kerim” gibi bilinen “resmi” ad dışında bir isim koyarak, yaptığım işin, metnin bizatihi kendisi değil, bana ait bir yorumlama, açıklama olduğunu ifade etmiş oluyorum.

İ.D: Meal sonuçta bir yorumdur anlayışıyla kendimizi özne konumuna getirerek subjektif yaklaşımlar sergileyebilir miyiz? Sizin sıkça kullandığınız “inşa” kavramı, metin üzerinden mi, metnin kendisine mi atıftır? Sonuçta meal her ne kadar metnin bizzat kendisi değilse de, tümüyle metnin dışında bir uğraşı da olmamalı. Düşünün ki, sizin metin için yaptığınız “inşa” anlayışınızı, başka biri bizzat sizin için de kullanabilir ve bu durum sizin istemediğiniz / beklemediğiniz bir noktaya ulaşabilir?

İ. E: “İnşa” kavramı metnin değil, anlamın yeniden inşası oluyor. Doğrudan metnin yeniden yazılmasına/yaratılmasına “ibda”, anlamın eskilerin anladığı şekilde ifadesine de “ihya” diyoruz. İnşa ise, metni yeniden yazmak/yaratmak olmadığı gibi, anlamı eskilerin anladığı gibi ifade etmek de olmuyor. Bilakis inşa, anlamı bugünkü hayata yönelik olarak yeniden yapmak, kurmak, vücuda getirmek oluyor. Bunun böyle olmasına sebep, bugüne yönelik yeni bir metnin indirilmemiş olmasıdır. Bu durumda önceden inmiş bir metni yeniden anlamak, anlamlandırmak kaçınılmaz olmaktadır. Bunu yaparken Kur’an metninin diline tabi ki sadakat lazımdır. Mesela “Şu deveye baksınlar nasıl yaratılmış?” ayetini ele alalım. Hayatında deve görmemiş birisine, bugün bu ayeti okumanın ne manası var? Ona, bugünkü hayatında gördüğü neyse ona bakmasını söyleyeceksin. “Şu penguene bak nasıl yaratılmış?” diyeceksin mesela. Bu metnin değil, anlamın yeniden inşasıdır. Metindeki ifadeye yeni bir anlam vermiyorsun, onunla kastedilenin bugün ne olduğunu gösteriyorsun. Yani tefsir değil, daha çok tevil yapıyorsun. Yoksa metin orada öylece duruyor. Yan tarafta veya altta, bundan bunu anlamak gerektiğini belirtiyorsun.

İ.D: Mealinizi okurken ilk göze çarpan, Türkçe’de kullanılan deyişlerin bolca yer alması. Bu ifadeleri kullanırken metne sadık kalmanın yanında edebi üslubun muhafaza edilmesi durumunu önemseme ve buna dikkat etme konusundaki yaklaşımınız nedir? Mealinize yönelik kimi eleştirilerde “sokak ağzı” kullanıldığına dair ithamlar var. Şöyle diyelim. Daha okunur ve anlaşılır bir Türkçe kullanmak, metne sadık kalmamayı ve edebi üslubu kaldırmayı gerektirir mi?

İ.E: Ben buna “tapınak değil hayat dili” diyorum. Kur’an’ı bir “meslek dili” olmaktan çıkarmak gerektiğini söylüyorum. Acaba Kur’an tıp, mühendislik, jeoloji vs. gibi bir meslek dili mi kullanmaktadır? Yani Kur’an’ın dili sadece din adamlarının, mabet görevlilerinin, mollaların, ilahiyatçıların anlayabileceği bir dil mi kullanmaktadır? Yoksa Mekke’nin sokağındaki Arap’ın ilk duyuşta anladığı gibi yaşayan hayat dili mi kullanmaktadır? Bence ikincisidir. Oysa bugün Türkçe’de çeşit çeşit Türkçeler olduğu gibi bir de meal Türkçesi oluşmuş durumda. Gündelik hayatta kullanılmayan, sadece meallerde görülen bir Türkçe… Ben bunun doğru olmadığından hareketle, meslekîlikten arınmış yaşayan Türkçe kullanmaya çalıştım. Okuyan kişiye yakın ve tanıdık gelecek Türkçe deyişlere yer verdim. Çünkü Kur’an indiği dönemde, Arapların gündelik hayatta kullandığı, sevinirken, kızarken meramını ifade ettiği kimi deyişleri ayetleştirerek kullandı. O halde başka bir dile çevirirken de o dildeki deyişlerin kullanılması gerekir. Mesela cehenneme girecekler için kullanılan “ummuhû hâviyeh” deyimi Razi’nin beyanına göre Arapların birbirine kızarken kullandığı bir deyimdir. “anası ölsün, yansın” manasındadır. Ben bunu “anası ağlayacak” diye çevirdim. Tam karşılığı budur. Çünkü biz, “anası ölecek, yanacak” demeyiz “Anası ağlayacak” deriz. Keza “Ebu Leheb’in iki eli kurusun” ayeti, tam da söylediğim tapınak/meal Türkçesine diğer bir örnektir. Yaşayan Türkçe’de karşılığı yoktur. Biz, birisine kızıp mahvolmasını istediğimiz zaman böyle demeyiz. Tek bir Türkçe şiir, türkü, deyiş vs. metninde örneği yoktur. Bu, o günkü Araplara mahsus bir deyimdi. Ebu Leheb’in gücü, iktidarı, kurduğu düzen demekti. Dolayısıyla mana bugünkü yaşayan Türkçe’de, “Kahrolsun Ebu Leheb iktidarı, kahrolsun” demek olur. Biz bunu böyle söyleriz, karşılığı budur. Bu sokak Türkçesi değildir, belki sokağın sesidir. Çünkü sahabe, Ebu Leheb’in yüzüne karşı bu ayetleri Mekke’nin sokaklarında bağıra bağıra okumuştur. Nitekim Ebu Leheb’in on parmaktan oluşan iki elinin kuruduğu da görülmemiştir. Bilakis kurduğu düzen kahrolmuş, yıkılıp gitmiştir… Demek ki bunlar, yaşayan dilde kullanılan kimi deyimlerdir, argo değildir. Hazırladığım mealde argo ifadelere değil, bu tür hayatın içinde yaşayan deyimlere yer verdim. Buna sokak dili diyemeyiz, belki yaşayan hayat dili diyebiliriz. Kaldı ki Kur’an’ın Türkçe’ye, hem Arapça ve İslami ilimlere vakıf, hem de şiir zevki olan, şair ruhlu edebiyatçıların çevirmesi gerekir. Özellikle Mekki surelerde elimden geldiği kadar bunu yansıtmaya, örneğini göstermeye çalıştım. Bu bir giriş, inşallah arkası gelir…

İ.D: Mealiniz aslında dipnotlu bir tarzda. Tefsir olmaktan çok neden öylesi bir meal verdiğinize yönelik açıklamalı bir çeviri. Bu, bilinen bir tarz olmakla birlikte, meal konusunda konuşulurken eksikliğinden ya da yapılan meal çalışmalarının eleştirilerinde metne sadık kalma ve tefsire dalmama noktasındaki zorluklardan bahsedilmesine karşın çokça yapılmış örnekleri nedense yok. Bunun Türkçe’mizde bildiğim kadarıyla sadece 3 örneği var; o da bunlardan biri tercüme (M. Esed’in meali), diğer ikisi de telif olmasına karşın hayli uzun bir zaman öncesine ait örnekler (H. Basri Çantay ve Ö. Rıza Doğrul). Bu konuda neler söylemek istersiniz?

İ. E: Meal-tefsirde izlediğimiz yöntem, Arapça metnin yanına mealini verip, alttaki dipnotta bunu neden böyle meallendirdiğimizin savunmasına dayalı bir tarz. Arada “yani” diyerek tefsir, “demek ki, anlaşılan, şu halde” vs. diyerek de teviller ve anlamlandırmalar yapıyoruz. Filoloji (dilbilim) açıklamaları yapıyoruz. “Kur’an’ın tarih, tabiat ve hayat ile tefsir ve tevili” dediğimiz bir metot izliyoruz. Sadece meal kısır kalıyor. Uzun uzun tefsir de işi uzatıyor. İkisi arası bir yol takip etmek en makulu.

İ.D: Görebildiğim kadarıyla mealler, toplumun her kesimine hitap eden bir tarzda yapılıyor. Lakin toplum tekdüzelilik arzetmez. Dolayısıyla yapılan bir meal, toplumun kimi kesimlerince benimsenirken, aynı meal toplumun bir başka kesimince eleştiriye tabi tutulabiliyor. Bunu aşma adına, toplumun farklı kesimleri için spesifik mealler yapma düşüncesine katılır mısınız? Sizin meal hazırlarken düşündüğünüz hedef kitle kimdir?

İ.E: Tabi bu fikre katılıyorum. Nasıl ki “Yeni başlayanlar için”, “Çocuklar için” vs. diye kitaplar var, bunun gibi çeşitli toplum kesimler için de mealler olmalı. Benim hazırladığım meal, Kur’an’ın indiği dönemde Mekke kamuoyuna hitap etmesinden hareketle, Türkiye kamuoyuna hitabeden yalın Türkçedir. Haber okuyan bir spikerin, basın toplantısı yapan bir siyasetçinin, harman savuran bir çitçinin, “Gel, gel vatandaş” diye bağıran bir pazarcının, trafik işaretlerine riayet etmeyen bir sürücüyü uyaran polisin vs. kullandığı genel, yaygın ve yaşayan Türkçe’dir. Hayatın içinde akan Türkçe’dir. Meslekî bir Türkçe değildir. Bu manada özel bir toplum kesimi gözetmedim. Ama dediğim gibi bunun da yapılması lazım.

İ.D: Tanışık olmamıza binaen soruyorum. Sizin aslında uzun zamandır çalışmanız bir meal yazma değil, meallerin çekirdeğini oluşturan Kur’ani kavramlar üzerinde bir sözlük hazırlama şeklindeydi. Sizi aniden meal yazmaya iten saik nedir ve sözlük çalışması devam edecek mi?

İ.E: Fihrist ve sözlük çalışmasında başkalarının hazırladığı mealleri kullanıyordum. Baktım ki olmuyor. Birbirini tutmuyor, ahenk bozuluyor. Yoğun bir mesleki mabet dili var. Az önce dediğim gibi meallere mahsus ayrı bir Türkçe var. Bir müddet sonra bunları kullanamayacağımı anladım ve kendim meal yazmaya karar verdim. Böylece fihrist-sözlük çalışmamı, meal-tefsire dönüştürdüm. 1999’da başlamıştım, toplam 7-8 yıl sürdü. Beş yüz Kur’an kavramını derinlemesine inceleyen, Müfredat ile Mucemu’l-Müfehres karışımı bir eser amacım tabiî ki duruyor. Onu da inşallah ileride gerçekleştiririm.

İ.D: Meal-tefsirinizin en önemli ayırıcı özellikleri birkaç madde halinde söylersek nelerdir?

İ.E: Az önce dediğim gibi ilk olarak yaşayan dil. İkinci olarak Kur’an’da geçen yeminler. Bunları sözlü anlatım sanatları çerçevesinde bir edebi hitabet tarzı olarak ele alıyoruz. Hepsini “Yemin olsun” değil, “Dile gelsin” diye çeviriyoruz. Üçüncü olarak kıssalar. Kur’an kıssalarını Tevrat etkisinden kurtararak dönemin etkin tarihi ışığında, “teolojinin jeopolitiği” dediğimiz yeni bir yaklaşımla ele alıyoruz. Dördüncüsü mucizeler. Bunları da yine Tevrat etkisinden kurtararak içinde yaşadığımız, soluduğumuz canlı tabiat bağlamında yeniden ele alıyoruz. Beşinci olarak Kur’an’ın kullandığı üslup. Buna da, “inna” (Biz) diyen dil diyoruz. Kur’an, bütün bir tarih, tabiat ve hayatı, “sürekli oluş ve yeniden yaratılış” olarak ele alıyor; ve “Biz” diyen bir dille tek bir noktadan ifade ediyor. Buradan, Allah-insan, Allah-peygamber, Allah-tabiat ilişkisine dair birçok tespitler çıkarıyoruz. Bu noktada tasavvuf felsefesinin birikimlerinden yararlanıyor, daha da geliştiriyoruz. Önsözde bunları uzun uzun anlattım. Oradan daha genişçe okunabilir ve örnekleri bizzat tefsirde görülebilir.

İ.D: Teşekkür eder çalışmalarınızda başarılar dileriz.

İ.E: Ben de teşekkür ederim.

GÜNCEL TARİHİ ANLAMAK


Atasoy MÜFTÜOĞLU

Toplumsal anlamda, sosyal anlamda, kültürel anlamda çok ciddi ritim bozuklukları yaşıyoruz. Hayatın her alanında, ideolojik/ırkçı manipülasyonlara maruz kalıyoruz. Zihinlerimizi, algılarımızı, tercihlerimizi kitle iletişim araçları yönlendiriyor. Baskın ideolojinin mantığı, bir şekilde kendisini her yerde hissettiriyor; bireyleri, edilgen alıcılar haline getiriyor. Edilgen alıcıların tercihleri, yönelişleri, hayat tarzları ve değerleri parçalanıyor, belirsizleşiyor. Gerçek hayatın dışında on-line hayatlar, ilişkiler, dostluklar yaşıyoruz. On-line hayatlar, bireyleri insani anlamlardan, derinliklerden, içsel zenginliklerden, içsel sıcaklıklardan uzaklaştırıyor ve yalnızlaştırıyor.

Bugünün dünyasını iktidar tutkuları, benmerkezci yönelişler, hazcı tercihler, bireysel çıkarların belirleyici olduğu algılama biçimleri, toplumları baskılıyor. Bilgisayara dayalı iletişim, kontrol edilemiyor. Suçlar ve kötülükler küreselleşiyor; her türlü kaçakçılık küreselleşirken, kriminal örgütler de küreselleşiyor; mafya ve silah pazarları küreselleşiyor. Nesneler dünyası tarafından kuşatılıyoruz; bu nedenle kimliğimiz, kişiliğimiz, karakterimiz direnemiyor; kimliklerimizi nesneler belirliyor. Küresel sermayenin, teknolojinin, iletişimin, enformasyonun sınır tanımayan akışı, ulus-devlet saplantılarını, bağnazlıklarını sorgulanabilir hale getiriyor. Bu durum ulus-devlet’in, milliyetçiliklere sığınarak, milliyetçilikleri yücelterek varlığını kanıtlamaya çalışmasına neden oluyor. Ulus-devlet, etkinlik alanlarını genişletmek ve egemenliğini kaybetmemek için, ırkçı/milliyetçi reflekslerini hayata geçiriyor. Faşizan bir iklime giriyoruz. Paramiliter yapılanmalar hızla çoğalıyor.

Güncel tarihi etkileyebilmek için, bu tarihi öncelikle anlamak gerekiyor.

Küreselleşen bir kültürde her tür düşünce, yorum, değerlendirme hızla yayılıyor. Ahlaki sınırları olmayan bir özgürlük anlayışı ile karşı karşıya bulunuyoruz. Hepimiz, ağır ağır ve bilincine varmaksızın, çarpıcı dönüşümlere maruz kalıyoruz. İslami kesimlerde temel yaklaşımlar, kavramlar ve kurumlar, inşa çabaları, ilkeler ve ilkesel tercihler marjinalleşiyor. Geçmişte yaşayanların dünya algılarıyla, hayat algılarıyla, bugünü yaşayanların dünya ve hayat algıları bir olmaz. Hayata, dünyaya, tarihe yeni bir gözle, yeni bir bilinçle bakmamız gerekir.

Nostaljilerle ömrümüzü tüketemeyiz.

Geçmişe özgü duygusal anlamların yerini, bugüne özgü gerçek anlamlar almalı.

Mumyalaştırılmış ve taşlaştırılmış bir zihniyetle, belirsizlikler, acılar, hüzünler, yalnızlıklar ve aşağılanmışlıklar içerisinde hayatımızı sürdüremeyiz. Hayata ve dünyaya değer kazandıran estetik ve ruhsal değerlerle, teknik dünya arasında bir ilişki kurmayı başarabilmeliyiz. Bilişim ve küreselleşme çağına hitap edebilecek, sorgulayabilecek eleştirel bir dil kurabilmeliyiz. Evrensel ölçekte, ortak bir algı, bilinç ve dayanışma oluşturma mücadelesi verebilmeliyiz.

İslami hareketlerin, direniş hareketlerinin mücadelelerinin emperyalistler tarafından, küresel tiranlık tarafından tanımlanması; bu tanımların, İslam toplumlarında sorgulanmaksızın kullanılması, kabul edilebilir bir durum değildir. İslami hareketler ve mücadeleler hakkında, kendi inançlarımızın bize sağladığı tevhidi temeller doğrultusunda, adil, bütüncül ve gerekirse eleştirel değerlendirmeler yapmamız gerekir. Kimi İslami çevrelerin, “hoşgörü” ve “diyalog” gibi kimi bulanık kavramlara sığınarak; İslami kavramları, yol ve yöntemleri kullanmaksızın, bunlara ihtiyaç duymaksızın toplumumuzu şekillendirmeye çalışması, anlaşılabilir bir durum değildir. İslami bir hareketin, cemaatin, partinin başarısını, kazandıkları oylarla, halk ilgisi ve desteğiyle, iktidarı paylaşmasıyla vb. değil; gerçekleştirdiği algı ve bilinç değişimiyle, modern kavram ve kurumların tiranlığı karşısında sahip olduğu entelektüel özgürlük ve kavramsal bağımsızlıkla değerlendirmeliyiz.

Geçmişe sırt çevirmek ne kadar yanlışsa, geçmişi putlaştırmak da bir o kadar yanlıştır. Eski sorunlara, tartışmalara, çerçevelere kilitlenip kalmak, yeni sorunlar doğurur.

Hamasi, duygusal, romantik düşlerle ve söylemlerle oyalanmayı sürdüremeyiz.

Toplumsal dışlanma, küresel dışlanma karşısında iletişim ve dayanışma stratejileri belirleyerek, öncelikle enformasyonel bir direniş gerçekleştirebiliriz.

Küresel bir kasırga karşısında bulunduğumuzu kabul etmeliyiz.

Bu kasırgayı, masal-menkıbe-efsane-keramet anlatarak atlatamayız.

İslam düşüncesi, kültür ve uygarlığı, kültürel / zihinsel / algısal bir dönüşümü, bilinçlerin / kadroların / toplumların dönüşümünü gerçekleştirebilecek bir birikimi içeriyor. Bunun için her alanda bir üretim seferberliği, donanımı, zenginliği ile, kültürel seferberliğe, donanıma, iletişim seferberliğine / zenginliklerine ihtiyacımız var. Yeni tarihsel bağlamı doğru anlamak, bütüncül bir tarzda anlamak ve çözümlemek gerekir.

Tekno-ekonomik güçler / süreçler, yeni bir hayat tarzı ve ilişki biçimi gerçekleştirmiştir. Bu hayat tarzı ve ilişki biçimi, hiçbir anlam ve erdem sistemi içermiyor. Bu çağın öznesi olabilmek için, sistemin egemen mantığını, insani olmayan mantığını tartışabilir; bu mantığı aşabilecek çerçeveler, öneriler, içerikler geliştirebiliriz.

Nesneleşmeye, metalaşmaya direnmeliyiz.

Kamusal İslami bilinci çoğaltmalıyız.

Günümüz insanının aklı üzerinde tahakküm kurmak üzere geliştirilen kavramları aşarak, bu kavramlara mecbur ve mahkûm olmadığımızı kanıtlayabiliriz.

Varoluşu ve insani hayatı bir bütün olarak ele almalı, varoluşun ve insani etkinliğin bütün alanlarında etkili olabilecek anlamlar / yanıtlar üretmeliyiz. Hayatın / varoluşun hiçbir bölümü, diğer bir bölümünü dışlayarak anlaşılmaz. Egemen zihni kalıpları değiştirebilmek için büyük anlam projelerine ihtiyacımız var. Hiçbir proje, yalnızca romantik özlemlerle gerçekleştirilmez.

İlahi hakikatin soylu temsilcileri, her türlü iktidar yapılarından bağımsız olarak; geçmişle bağlarını koparmayan, geleceğe açık bir zaman bilinci içerisinde olmalıdır.

SEZAİ KARAKOÇ’UN TEZİ

Kâzım SAĞLAM

Sezai Karakoç’un Şahsiyeti

Sezai Karakoç çok yönlü bir şahsiyet olduğundan anlatılması epey zordur. “O, ulu hocaların öğretmediklerini öğreten öğreti ustası, bir haberci, bir muştucudur.” der Arif Ay.

Sezai Karakoç’la alakalı yüzlerce sayfa yazılmış, kitaplar kaleme alınmıştır, sağlığında hakkında doktora yapılmış ender kişilerdendir.

Hayatı, kişiliği, sanatı, davası, düşüncesi, kâinata ve eşyaya bakışı ayrı ayrı ele alınması gereken hususlardır. Her bir kitabı ve ileri sürdüğü tezleri tek tek ele alınıp değerlendirmeye tabi tutulmalıdır.

İleri sürdüğü tezlerin kaynakları, etkilendiği düşünürler, birer birer tesbit edilmeli, zaafları, meziyetleri ortaya konulmalıdır.

Biz burada kendi zaviyemizden Sezai Ağabey’i değerlendiriyor, anlamaya ve anlatmaya çaba sarf ediyoruz.

Karakoç’un, İslamî camiada yeteri kadar anlaşıldığı kanaatinde değiliz. Ona yöneltilen tenkitlerin kısm-ı azamisi sathi ve kasıtlıdır. Az bir çevre de her dediğini haklı bulma temayülündedir.

Dolayısıyla Sezai Karakoç’a yöneltilen bazı tenkitlere de burada yer verilecektir.

Bu değerlendirmemizde Sezai Ağabey’in sanatına, edebî kişiliğine fazla yer vermeyeceğiz.

Öncelikle şunu belirtelim ki, Karakoç bir meseleyi ele aldığı zaman ne demek istiyorsa onu istediği gibi dile getirme becerisini gösterendir. Sade, rahat ve herkesin anlayabileceği bir formda sunmasını bilir. En girift meseleleri çok açık ve sarih bir şekilde izah etmede söz gücünü kullanabilen ender şahıslardandır.

Şiiri başlı başına ele alınması gereken bir yeni şekildir. Onun şiiri hem yeni hem eskidir. Kadim düşünceleri modern şekilde bize sunabilmiştir.

Eserlerinde İslamî referanslara çokça atıf vardır.

Çoğu zaman şair kimliğiyle öne çıkarılır. Hâlbuki o bir dava ve düşünce adamıdır.

O’nun 4 yaşından beri zihnini meşgul eden imandır, İslam’dır. Nitekim, “Bin yıllık ömrüm olsa, ömrüm boyunca konuşmam ve yazmam nasibimde varsa, hep Müslümanların birleşmesinden, bir araya gelip şuurlu birliklerini oluşturmalarından bahsederim. Bundan bıkmam ve yılmam. Çünkü bundan daha büyük bir dava bilmiyorum. Tüm faaliyetim İslam’ın bir savunmasıdır.” idealiyle yola çıkmıştır.

Karakoç’un yaşadığı devri hesaba katmadan onu anlamak zordur.

O zaten zor bir adamdır. Onunla uzun boylu beraberlik de zordur. 1933 yılında Ergani’de dünyaya merhaba demiş bir insanı değerlendiriyoruz. 1930’lu yılların Anadolu insanının tüm temiz yürekliliğini, insanî özelliklerini ve o tarihlerde yaşanan felaketlerin izini de taşır. Yoksulluk, harbin bıraktığı yıkım ve akabinde kurulan yeni cumhuriyetin getirdiği sarsıntıyı da hesaba katmalıyız.

Düşünürümüz; tek parti dönemini, çok partiye geçişi, 27 Mayıs ihtilalini, 12 Mart muhtırasını, 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ı fiilen yaşamış ve bunların ruhunda etkisini hissetmiştir. Sezai Ağabey’i anlamaya çalışmak o devirleri birebir anlamaya çabalamakla da alakalıdır. Tarihten ve coğrafyadan kopuk bir Sezai Karakoç tasavvuru eksik kalır.

Zemin ve zaman Karakoç’ta önemli bir yer tutar; bunu anlayamayanlar Karakoç’u millîci, devletçi, yerelci sanırlar. Hâlbuki bu yanılsamadır.

Biz burada Sezai Karakoç’un iki ana düşüncesini ele alarak değerlendirmek istiyoruz. Diğer fikirlerini de bu iki düşünce etrafında değerlendirmeye tabi tutmak istiyoruz.

1-Sezai Karakoç’un Medeniyet anlayışı

2- Sezai Karakoç’un Diriliş Tezi.

Sezai Karakoç’un Medeniyet anlayışı

Karakoç’a göre iki tür medeniyet vardır: Ak Medeniyet ve Kara Medeniyet.

Bu konuda şunları söyler:

“İnsanlığın var olduğu andan bu yana iki medeniyet çarpışmaktadır. İyinin medeniyeti ile kötünün medeniyeti. Doğru ile yanlışın, güzel ile çirkinin medeniyetleri. Tûba medeniyeti ile zakkûm medeniyeti. Bal ile zehir… bunların ayrılmasından, çarpışmasından doğan iki medeniyet.

“Öbürüne de medeniyet diyorum. Çünkü o da örgütlenmiş, güçle donanmış, hatta kendisini haklı görmenin felsefesini düzenlemesini bilmiştir.

“Ak inanca karşı “felsefe” adı altında kara felsefeyi, ruha karşı maddeyi, ulviye karşı süfliyi, huzura karşı sıkıntıyı, ahenge karşı kaosu çıkarmıştır kötünün medeniyeti.

“Gerçek medeniyetin doğum yeri, bugün Ortadoğu dedikleri bölgemizdir. O medeniyetin tek devamcısı, tek varisi de İslâm Medeniyeti’dir.

“Batı Medeniyeti dediğimiz Avrupa Medeniyeti, Doğu’nun, hakikatin ve peygamberlerin medeniyeti olan İslâm Medeniyeti’nin karşısına dikilmişse, bu, insanlığın doğuşundan bugüne kadar gelen savaşın süreğinden başka bir şey değildir.

“Peygamberler medeniyetinin süreği olan medeniyetimiz, İslâm Medeniyeti, Ortadoğu kültürü, günümüzde yine böyle bir kader saatinin önünde gelmiş durmuştur.

“Uzun süreli bir kış uykusuna, ölüm uykusuna mı dalacak, yoksa ayağa kalkarak, diriliş baharının yağmurlarına doğru mu yükselecek, işte bunun kararını verme günü gelmiş çatmıştır.

“Kaçmak bir kurtuluş olmayacak, batış olacaktır.”

Karakoç’un Ak Medeniyeti, İslam Medeniyeti, vahiy medeniyetidir. Bu vahiy Medeniyeti Hz. Adem ile başlayan hakikat medeniyetidir. Hz. Adem ile başlayan İslam nasıl gelişerek ve insanlığı eğiterek sonunda Hz. Peygamber’in gönderilmesiyle son din İslam olarak şekil almışsa hakikat medeniyeti de öyle. O da gelişerek İslam Medeniyeti diye insanlığa sunulmuştur.

“İslam has ismiyle de cins ismiyle de kitap medeniyetidir… Kitabın yolunda yürüyen insanın ve tarihin medeniyeti.” (Sütun, s.185)

Sezai Ağabey’e göre medeniyetimizi ikiye ayırmak gerekir Birincisi; ideal medeniyet, ikincisi reel medeniyet.

İdeal Medeniyet

İdeal Medeniyet; Asr-ı saadette inen Kur’an’ın uygulandığı dönemdir. Bu dönemdeki medeniyette İslam bilfiil uygulanmış ve örneklik teşkil edecek bir hal arz etmiştir. Bundan sonra gelecek her oluşum kendini buna göre ayarlayacak. Doğruluk ve yanlışlık buna göre tayin edilecektir. Bu donuk ve câmid bir medeniyet de değildir. Hayy ve Diri tarafından belirlenen bu numune medeniyet; diri ve dirilticidir.

“İslam kaç medeniyet hamlesi yapmıştır, bir düşünelim ve geleceği tarihin bu açısından görelim. Medine Medeniyeti temeldir ve başlangıçtır. Sonra Şam ve Bağdat sitelerinin medeniyet hamleleri gelir. Endülüs Medeniyeti, İslam Medeniyeti içinde başlı başına bir şubedir. Selçuk Medeniyeti, Osmanlı Medeniyeti, Maveraünnehir Medeniyeti birer varyasyondur. Bir de İslam’ın ruhu vardır ki bu medeniyetleri ören, doğuran odur... İslam ruhu gittikçe canlanarak dirilecektir.” (Sütun, s.282)

“Peygamber ve halifeler dönemi, doğrudan doğruya vahiy medeniyetinin insanda ve eşyada gerçekleşmesi oldu. (Çağ ve İlham, s.335-36)

Bu ideal medeniyeti insanlığın anlaması, kurtuluşunu mucibdir.

Kurulacak her medeniyet ve devlet bu ideal medeniyetle kendini test etmelidir. Medeniyetin doğru yolda olup olmadığı bu medeniyete uygunlukla tayin ve tespit edilir.

Bunu sağlamakla görevli olanlar, kalıcı olanla geçici olanı ayıracak kadar uyanık olmalı, ne büsbütün geçmişe gömülmeli ne de geçmişi yok sayarak modern dünya şartlarına teslim olmalı.

Reel Medeniyet

Reel medeniyet; ideal medeniyetten neşet eden ve fakat gittikçe uzaklaşan bir anlayıştır. Zaman ve zeminin izlerini fazlasıyla taşıyan bir medeniyettir. Emevi Medeniyeti, Abbasilerin kurduğu medeniyet ve en son Osmanlı Medeniyeti birer vakii medeniyettir. Bunlar reel medeniyetlerdir. Birer örnek değil. Yani yeni medeniyet inşa edecek olanlar bu vakii medeniyetleri örnek alamazlar. Örneklikleri ideal medeniyettir. Fakat vakii medeniyetin tecrübesinden de yararlanırlar. O tecrübelerden ders çıkarırlar. Aynısını taklit yanlış olur. Çünkü örnek Kur’an ve Peygamberdir. Yani Kur’an ve Sünnet.

Mimariden şiire, fıkıhtan tasavvufa, cebirden, sosyal yapılanmaya tüm hayatı ihata eden bir hayat görüşüdür Sezai Karakoç’ta medeniyet.

O, medeniyetin kendi iç farklılıklarını bir zenginlik olarak görür. Birbirini nakz eden, biri diğerini dışlayan anlayışı hoş karşılamaz. Onun gözünde İbn Arabî ile İbn Teymiye birer medeniyet inşacısıdırlar. Seyyid Kutub’u da Said Nursi’yi de kucaklar. Her türlü İslamî anlayışı savunur. Özünde neye meylettiği çok mühim değildir.

Selimiye Camii de bir medeniyet ürünüdür, hat sanatı da, fıkıh birikimi de.

Sezai Ağabey, cemaate ve tarikata karşı değildir, ama yanlış anlamaya ve yanlış yönlendirmeye açıkça karşıdır. Bu meyanda şöyle der:

“Benim görüşüme göre, Müslümanlar tek millet, tek ümmet, tek cemaattir. Kişilerin tarikatları ve özel toplulukları olursa, bunları taassup derecesinde mübalağalı bir ayırım sebebi yapmayı ve diğer cemaat ve tarikatta olanları küçük görmeyi ya da kendi cemaatinde olmayanları itham etmeyi tasvip etmedim ve etmem. Bu yüzden bu tür cemaatlere ve tarikatlara girmedim.” (Hatıralar, Diriliş 111-112, 31 Ağustos 1990)

Sezai Bey tarikatları teorik olarak kabul eder ve fakat tarikat ehli olmayı kabul etmez, belki hafif görür.

Sezai Karakoç, İslam medeniyeti içinde bu ülkenin katkısını bir nevi açığa çıkarmak ve savunmak konumundadır. Osmanlının İslam’a yaptığını dile getirmek her ümmetçi insanın vazifesi olmalıdır. Karakoç bunu üstlenmiş gibidir. Osmanlıyı savunmak, yanlışlarını kabul etmek olamaz. Sezai Ağabey’e bu hususta yöneltilen tenkitlerden biri; onun Osmanlıyı çok fazla savunmasıdır veya Osmanlıyı büyütmesidir.

Burada da bir yanlış anlamada ısrar vardır. Osmanlı tabii Asr-ı saadet değildir. Ama İslam’a ve Müslümanlara yaptıkları katkılar da inkâr edilemez. Batı Medeniyeti karşısında en son duran, İslam Medeniyetinin savunucusu Osmanlıdır. Batı ile hesaplaşmayı göze alan herkes Osmanlıya atıfta bulunmak zorundadır. Belki de Karakoç, Medeniyet perspektifiyle olayları değerlendirdiği için, İslam’ı dış dünyaya karşı savunduğu için, Batı Yakasına karşı ülkesini (İslam dünyasını) savunduğu için Osmanlıyı önemsemiştir.

Osmanlının çöküşünden sonra tekrar bir medeniyetin inşası Karakoç’un ana meselesidir. O bu yeni medeniyetin temel taşları için kafa yorar. Yeni medeniyetin baş düşmanı Batı Medeniyetidir. O daima Batı Medeniyetiyle, Batılı değerlerle savaş halindedir.

İslam Medeniyetinin son temsilcisi de Osmanlıdır. Dolayısıyla Osmanlıyı savunmak ırki bir savunma değil, İslamî bir savunmadır.

Ona göre İslam devleti de İslam Medeniyetinin bir parçasıdır. Aslolan devlet değil medeniyettir. Erke susamış, horlanmış bir zihin taşıyanlar, Sezai Karakoç’un bu ileri görüşlüğünü anlamakta sıkıntı çekiyorlar. Dünyada etkili olmak sadece maddi güçle alakalı değildir. Maddi güç bugün vardır, yarın olmayabilir. Ama kültürle, eserle, insanî değerlerle, ayakta kalan medeniyetler, hakkaniyetle insanlığın önüne çıkanlar, daima var olacaklar ve onların varlıkları sahicidir. Var oluşu kaba güce ve devlet erkine bağlayanlar veya var olmak için mutlaka zalim de olsa devlet diyenler, dolaylı bir şekilde devleti kutsayanlardır. Devleti kutsamakla devletin var olmasını gerekli görmek çok farklıdır.

Sezai Karakoç, İslam devletini gerekli görüyor ve fakat her şeyi devletten ibaret kabul etmiyor.

Devleti çok önemseyen Seyyid Kutub da Sezai Karakoç’tan farklı düşünmüyor. Kutub’un altını çizdiği yerden Karakoç devam ediyor. Devletin ayakta kalabilmesi gene medeniyetin varlığına bağlıdır. Osmanlının çöküş nedeni de belki budur. Yani medeniyetini yenilememesidir.

“Medeniyetimizin çağımızda bir tekniği, bir sanat ve estetik ifadesi, bir düşünce dinamiği, bir bilim ağı olmalı ki Batı uygarlığı ile savaşabilelim ve benliğimizi koruyabilelim.” (Diriliş Neslinin Amentüsü, s.30)

Hatta kurtuluşumuz için bazı teklifleri bile vardır: “Çağımızdaki Hakikat Medeniyeti ağır sanayi ile korunabilecektir.” (Diriliş Neslinin Amentüsü, s.50)

Dinin diri ve diriltici ruhunu kaybeden bir devlet çöker. Karakoç bunu fazlasıyla yaşamış ve hissetmiş bir medeniyetin evladıdır.

O kötümser değildir, her zaman İslam Medeniyetinin yeniden neşv ü nema bulacağına inanır. “Aslında bizim medeniyetimiz büyük bir yara almış, önemli bir buhran dönemine girmiştir. Fakat batmamıştır. İslam dünyasındaki bütün toplumları ayakta tutan hâlâ İslam Medeniyeti ve İslamî hayattır. Ondan koptuğunu sananlar bile henüz onun nimetlerinden faydalanmaktalar. (Sur, s.29)

Karakoç, İslam’ı ve İslam Medeniyetini insanlık için tek kurtuluş yolu olarak görür.

Sezai Karakoç’un Diriliş Tezi

Her düşünürün ve dava adamının bir ideal nesli vardır. Peşinde olduğu davanın kimler tarafından yürütüleceği endişesini taşır mütefekkir.

İdealini gerçekleştirmek için nesil oluşturur. Kimi bunu fiiliyata döker, dökebilir. Kimi sadece değinir, işaret eder ve tarihe bırakır.

Tarihte her iki tipin örnekleri vardır. Mehmet Akif’in Asım’ı, Tevfik Fikret’in Haluk’u, İkbal’in Câvid’i… Karakoç’un da Taha’sı vardır.

Bir de Hasan el-Benna gibi, Said Nursî gibi, Mevdudi gibi önderler vardır.

Bunlarla Karakoç’u karşılaştırmak yanlıştır. Çünkü farklı alanlarda davalarını yürütüyorlar. Sayılanların ve İslamî çalışma yapıp da zikir edilmeyenlerin hepsinden Karakoç yararlanmıştır. O manada Sezai Ağabey mütevazıdır. Ben büyüğüm demez. Cemil Meriç’in yaptığı gibi.

Yunus Emre’nin, Mevlana’nın, Hacı Bektaş-ı Velî’nin, Hacı Bayram-ı Velî’nin, Şeyh Gâlib’in, Fuzûlî’nin 20.yüzyıldaki görüntüsüdür. “Mehmet Akif Ersoy biten bir dönemin son savaşçısıydı, bizler de yeni bir dönemin ilk savaşçısıyız” ifadesi de ona ait. Necip Fazıl ve “Büyük Doğu”dan sitayişle bahseder. Yeni bir solukla, bu zirvelerle gelecek nesillerin irtibatını sağlamaya çalışır.

Karakoç, Akif’in tamamlayıcısıdır. Akif’in görevini o tamamlama niyetinde ve gayretindedir. Akif çalkantıların çok olduğu, savaşların fiili bir savaş olduğu dönemin adamıdır. Karakoç hile ve desiselerin, münafıklığın ve dini bozmanın hüküm sürdüğü devrin adamıdır. Akif fiiliyata mecbur bırakılmış, feryadı, İslam coğrafyasına düşen ateşi söndürmek içindir..

Karakoç yangın sonrası harabelerden, küllerden bir İslam evi, İslam ümmeti inşa etmek derdindedir ve vazifesi, yanmış harabelerin küllerden hisar oluşturmaktır.

Akif’in nesli namusu çiğnetmemek için yedi düvele karşı savaştı ve namusu çiğnetmedi. Onun nesli şehitlik üzere bina edilen bir nesildi. Akif’in neslini Peygamber kucak açarak Cennet’te bekliyordu.

Karakoç’un Taha’sı ise yarasalarla savaşıyor. Karanlıkla, zulümle, inkârla, ilhadla, cehaletle, felsefeyle, dini bozmaya kalkan modernlikle, ruhu inkâr eden maddecilerle savaşıyor.

Sezai Bey’e göre diriliş İslam halkların dirilişidir.

İslam düşüncesinin dayanması gereken değişme ilkesinin hem özgün, hem çağdaş bir ifadesi “Diriliş” kavramındadır. Sezai Karakoç’un önerdiği bu kavram özgündür, esas itibariyle İslam’ın kutsal metni ve tarihi uygulamalarının özünden çıkarılmıştır. Çağdaştır, çünkü 20.yüzyıla damgasını vurmuş kapitalizm ve sosyalizmle hesaplaşma içerisindedir.

“İslâm kendisi ilk defa bir hakikat getirmemiş. Kendisinden önceki mesajları özgün şekilleriyle diriltmek için gelmiştir. Kendi iç mantığı Dirilişe dayalıdır.”

Sezai Karakoç kendine özgü bir ekol kurmuştur. Bu ekolün temel dinamiğini oluşturan düşünce sistemi İslam’dır. Ancak, İslam’a yeni bir yorum getirmiş, çağı İslam’a ayarlamaya çalışmış, dini; varlığın temel kaynağı, dünya görüşü olarak anlamış, geliştirdiği bu düşünce akımına da Diriliş adını vermiştir..

Diriliş yeniden inanmak, yeniden düşünmek, yeniden duymaktır. Hayata yeniden anlam kazandırmaktır. Kurtuluş için insanın içine girdiği değişimdir. Diriliş insanın İslam’la dirilmesi, İslam’la kurtulmasıdır.

Çağımızın ilâ-yı kelimetullah savaşçısı olan diriliş erleri, gayelerinin gerçekleşmesi için meşru her yolu kullanacaklardır. “Diriliş eri bilir ki ekonomi kültürün eşyaya dönük yüzüdür. Nasıl ki, hafif kültürle ağır sanayi olmaz. Onun için ruhunu Allah’a teslim etmiş olan Müslüman ibadetin ağır ve kalifiye elemanı olduğu gibi, onun topluma ve tarihe dönük yüzü olan ve ağır kültürün yolcusu ve eşya ve tabiatın çevik yüzü olan sanayinin ve tarımın sayı ve para diliyle ifadesi olan ekonominin ağır görevlisi ve işçisidir.” (Diriliş Neslinin Amentüsü, s.51)

O her şeyi yeniden diriltmekle uğraşıyor.

Diriliş nesli dengelidir, mana ve maddeyi beraber yürütür, meşhur deyimle çift kanatlıdır.

“İslam Medeniyetinin zahiri ilim ve yapı cephesi gibi iç manevi yapı cephesini de tanımaya, bilmeye çalışırım. Manevi yapıyı inkâr edenler veya gereğinden fazla darlaştıranlar bir gün materyalizme saplanma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklardır. Aynı şekilde İslam’ın toplum düzeni ve fert yaşayışı için buyurduğu kurallara uymayanlar veya bunları kendileri batın (mübarek ve kutsal) adamı olduğu iddiası veya İslam’ın büyüklerinden birine bağlılıkları bahanesiyle inkâr edenler, Bâtınîliğin düştüğü vartaya düşmekten kurtulamayacaklardır. Ruhumuzu bu iki aşırılıktan sapmadan korumaya çalışmamız gerekir…” der. (Diriliş Neslinin Amentüsü, s.51)

Diriliş eri ümmet bilincine sahiptir.

"Müslümanlar, coğrafyalarını tarihlerini birleştirme, bu yolla da tek bir kültüre erme zorundadırlar. İslam uygarlığının yeniden dirilişine katkıda bulunma, gücü ölçüsünde her Müslümanın borcudur. Müslümanların birlik ideali her gencin gönlüne silinmez bir biçimde yerleşecektir. Müslümanların politik birliğe doğru koşmaları hayat-memat meselesidir. Diriliş erinin çağdaş ülküsüdür.

“Birlik için coğrafi durum çok müsaittir. İslam ülkeleri birbirine bitişik yapışık durumdadır. Afrika’nın bir ucundan Filipin Adalarına, kesiksiz bir şekilde uzanmaktadır, öz ülke. Aradaki sınırlar, bölünmüşlükler politiktir. Merkezi, çekirdeği Ortadoğu dedikleri bölge olmak üzere, tek ülke ideali diriliş erlerinin toprak, yurt ülkülerinin ifadesi olmaktadır.

“İslam terminolojisinde (Dâru’l-İslam) olan bu ifadeyi biz ülke kelimesiyle belirliyoruz. Tarih birliği ise geçmişte büyük İslam devletlerinin kurulmuş bulunması sebebiyle mevcuttur. Ancak yüzyıldır ki, bu birlik boyuna parçalanmıştır. Kültür birliği sağlanırsa tarih birliği de yeniden kendiliğinden kurulmuş olacaktır. O halde diriliş eri ülküsünün, yani diriliş idealinin ikinci unsuru kültür birliğidir. Özülke ve kültür birliği idealleri millet ideallerinin doğmasını sağlayacaktır. Diriliş idealinin temeli de bu millet idealidir. Millet doğunca artık Hakikat Medeniyeti demek olan İslam Medeniyetinin dirilişi gerçekleşmiş olacaktır. " (Diriliş Neslinin Amentüsü, s.59-60)

Diriliş neslinin müntesibi bir İslam savaşçısıdır, bu çağın gereklerine göre savaşandır, bu yönüyle Karakoç’a çağdaş dava adamı ve savaşçısı denilebilir.

“İdeal İslam’la çağdaş olmaya çalışmalı sürekli olarak. Geçmişteki İslam yaşantısına hayran olmakla yetinmemeli, o yaşantıyı bugünde de gerçekleştirmeyi bir görev bilmeli. Başkalarına resmen veya fiilen köle olmayı kendi Müslümanlığıyla bağdaştırmayıp özgürlüğünü kazanmak için ölünceye kadar savaşmayı İslamlığın, Müslümanlığın gereği bilmeli. Bunu nefsine ait bir gurur sebebi değil, içinde bulunduğu Müslüman sayılmanın kaçınılmaz bir gereği bilmeli.” (Diriliş Neslinin Amentüsü, s.27)

Karakoç’a göre, “İdealsiz yaşamak bir ölümdür.”

Diriliş çalışma yoludur. Ucuzculuk yoktur.

“Diriliş olamadıkça İslam âlemi dirilmez. İslam âlemi dirilmedikçe insanlık dirilmez. Sürekli olarak bu gerçeği söyleyeceğiz

….

Diriliş bizimle başlamadığı gibi bizimle bitmeyecektir. Diriliş İslam ruhunun yeniden insanlığa dönüşü, sürekli dönüşü demektir. O ruh olamadan düşünce, o ruh olmadan eylem kısa bir süre sonra kurumaya başlar.”

Yitik Cennet adlı çalışmasında dirilişin temellerini belirtmiş ve peygamberlerin tek dava güttüğünün altını çizmiştir.

Bu ‘diriliş’ tanımı; İslam Medeniyetinin bir daha dirilemeyeceği fikrinin zihinlerde yer tuttuğu bir dönemde Sezai Karakoç tarafından ifade edilmiştir.

Karakoç’un bir de İslam Sitesi vardır, bir nevi düşünce sisteminin gerçekleştirildiği yer, vatan, devlet. Biraz ideal, biraz temenni, ama uygulanabilir bir anlayışı barındıran bir ideal.

“İslam Sitesinde, eşitliği bir pay dâhilinde ve içgüdülere aykırı olmayacak bir şekilde sağlayan bu atmosferin paydalarını başlıca dört grupta toplayabiliriz.

1- İslam Sitesinde her kişinin yaşama tarzına çizilen sınırlar, verilen standart aşağı yukarı kendiliğinden bir tüketim eşitliği doğurmaktadır. Lüks haramdır. İsraf ve gösteriş yasak…

2- Faizin yasak edilmesiyle emeksiz kazanca prensip olarak set çekilmiştir. Kazanç emeğe dayanır.

3- Zekât verme mecburiyeti her şeye rağmen biriken sermayenin, tabii yolu zedelemeyecek ve insanı çalışma içgüdüsüne aykırı olmayacak bir oranda sürekli olarak zenginlerden fakirlere doğru bir iktisadi kıymet akımı halinde akmasını sağlar.

4- İslam Sitesinde devlet, liberalist düzende olduğu gibi prensip olarak iktisadi düzene karışmayan, dolayısıyla zenginin bekçisi bir devlet olmadığı gibi, herkesin malını eline geçirdiği için eşyada ve insanda istediği tasarrufu yapan, karşısında maddi ve manevi hiçbir kuvvet bulunmadığı için insanın elinin kolunun bağlı olduğu komünist düzendeki gibi aykırı bir devlet de değildir.” (İslâm, s.70)

Diriliş neslinin bazı vasıflar

Diriliş nesli inkâr değil tahkik yolunu seçer. Bu yönüyle Said Nursi’yi andırır.

Diriliş nesli kimseyi küçük görmez, ama hiç kimseye esir de olmaz.

Diriliş düşüncesinde sanat- eylem arasında bir köprü vardır. Sanat eyleme dönüşmelidir,

Diriliş bir mekteptir. Bugün yetişmiş ve yetişmekte olan Müslüman aydınların çoğunun yetişmesinde “Diriliş Mektebi”nin dolaylı dolaysız etkisi olmuştur.

Diriliş insanı, vecd ve coşku insanıdır. Kuru ve asık suratlı değildir. Allah’a bağlanarak özgürleşendir. Putlaştırmanın her türlüsüne karşıdır. Put kırıcıdır.

Adildir, zalim olamaz ve zulme kendinden olsa dahi pirim vermez.

Akıllıdır ve fakat aklı putlaştırmaz.

Tarihi yeniden yorumlayandır. Klişeci değil, özcüdür. Diri ve dirilticidir, donuk ve statik değildir. Lafızcı değil, anlamcıdır. Zandan kaçınır, tahmin yürütmez, tahlile ve bilgiye önem verir. Kritik onda gözlemdir yani bir şeye tam emin olduktan sonra karar verir, objektiftir.

Uyumludur, retçi değildir. Tövbe eridir. Hakikat arayıcısıdır, ezberci değildir. Kadere inanır.

Benlik pürüzüne takılmaz.

Sezai Karakoç’un mizacında öne çıkan unsurlar şunlardı: Onurlu ve ağırbaşlı olmak, mevki makam peşinde olmamak, dünyevî hesaplar yapmamak, dedikodu, dalaşma, çelişki ve çatışmaların, güncel olanın uzağında kalmak.

Sezai Karakoç, eğer tarifine uygun bir İslamî hareketin içinde yaşasaydı daha farklı ve dinamik olurdu. Her şeyi tek başına örmek ve fiiliyata geçirmekle kendisini görevli sayması yüzünden geniş bir faaliyet alanına yönelmiş. Parti kurması da işte böyle bir ruh halinin tezahürüdür.

Onun değerini anlamak isteyenler; kendisini Ali Şeriati ile, İkbal ile, M. Akif ile karşılaştırmalıdır.

Klâsik İslâm anlayışına sıkı sıkıya bağlı ve ayni zamanda bu günün dili ile dini anlatabilendir.

Bu çağa uygun ve bu çağa kafa tutan bir adam.

DİKTATÖRLER ÇAĞINDA SİYONİZM – 7

Leni Brenner Çev: A. Ünaltay

3. ALMAN SİYONİZMİ VE WEIMAR CUMHURİYETİ’NİN ÇÖKÜŞÜ

Alman Yahudiliği, (Kaiser, ç.n.) Wilhelm döneminin ayrımcılıklarına son veren Weimar Cumhuriyeti’ne derinden bağlıydı. Alman Yahudileri (nüfusun %0,9’u) genelde varlıklıydı: %60’ı işadamı ve profesyonel meslek sahibi, geri kalanı sanatkar, esnaf, öğrenci idi, çok azı fabrika işçisiydi. Çoğu liberal kapitalizm taraftarı olup %64’ü “Deutsche Demokratische Partei”a (DDP – Demokratik Alman Partisi) veriyordu. %28’i ılımlı Alman Sosyaldemokrat Partisi’ne (Sozialdemokratische Partei Deutschlands - SPD) oy vermekte olup geri kalanı sağa dağılmıştı. Weimar onlar için güvenli görünüyordu, çünkü Nazi oyları 1924’te %6,5’ten, 1928’de %2,6’ya düşmüştü. Kimse ilerdeki dehşeti göremiyordu.

1920’lerin sonuna dek Hitler zamanını çalışan sınıfı kendi Nasyonal Sosyalist alman Partisi’ne kaydetmeye çalışmakla harcamış, ama çok azı ilgilenmişti: Hitler savaş taraftarıydı, oysa onlar buna isyan etmişlerdi; Hitler grevlere karşıydı, oysa onlar sendikacılıkta iyi idiler. Depresyon sonunda kitleleri onun ardına taktığında gelenlerin çoğu köylülerdi, işçiler değildi. Weimar onlar için hiçbirşeyi değiştirmiş değildi, %27’si hala 1 hektardan az (4 dönüm) arazi ekiyor, diğer bir %26 5 hektardan az (20 dönüm) arazi ile geçiniyordu. Daha krizden önce dahi banka borçları nedeniyle bu kırsal kesim Hıristiyanları, yüzlerce yıldır bezirganlık ve tefecilikle özdeşleşen Yahudilere karşı kışkırtılmıştı. Hıristiyan kökenli profesyonel meslek erbabı ise, üniversite günlerinden kalma “Volkism” (milliyetçilik) etkisi altında olup, öte yandan esnaf büyük Yahudi marketlerinden gelen rekabetin baskısı altında Weimar'ı yöneten koalisyondan kopup Nazilere ilk katılanlar olacaklardı. 1928’deki %2,8’lik minik Nazi oyu 14 Eylül 1930’da %18,3’e çıktı.

Dindar Yahudiler geleneksel savunma örgütleri olan “Centralverein"a (Yahudi İnançlı Alman Vatandaşları Merkezi Örgütü) döndüler, ve ilk defa büyük Yahudi mağaza sahipleri (ki Nazi “Haki Gömlekliler”inin boy hedefi olmaya başlamışladı) “CV"a bağış yapmaya başladılar. Ama CV’ın geleneksel ve yaşlı liderliği kapitalizmin çöküşünü görecek halde değildi. Partileri DDR birden dişlerini gösterip antisemit “Staatspartei” (Devlet Partisi) haline dönüşünce şaşırıp kaldılar. Yine de CV’de daha genç kadrolar yaşlıları kenara itip gelen mağaza yardımlarını kullanarak SDP’nin anti Nazi propagandasını finanse etmeye muvaffak oldular. DDP’nin ihanetinden sonra Yahudi oylarının %60’ı SPD’ye döndü. Sadece %8’i Komünistlere gitti; onlar ise CV yardımlarından "Tanrı düşmanı” olmaları nedeniyle pay almadılar; gerçek sebep ise onların aynı derecede CV finansörlerine de düşman olmalarıydı.

Her Alman Yahudi örgütü Hitler’in yükselişini kendi özel aynasından izledi. Genç CV kadroları SPD’nin çalışan sınıfının ona sadık olduğunu ve Yahudilerin partiye her düzeyde kabul edildiğini gördüler. Ama anlamadıkları SPD’nin Hitler’i yenecek gücünün olmadığıydı. 1. Dünya Savaşı'ndan önce SPD dünyanın en büyük Sosyalist partisi ve Sosyalist enternasyonal’,in gururuydu. Ancak reformizmden öteye geçemedi ve Weimar cumhuriyeti boyunca Alman çalışan sınıfının Nazilere karşı koyabileceği sağlam sosyalist üssü inşa edemedi. Depresyonun başlangıcı lideri Hermann Müller’i Şansölye olarak yakaladı. Kısa süre sonra onun koalisyon ortakları, depresyonun yükünü işçilerin taşıması gerektiğine karar verdiler ve onu Katolik “Zentrumspartei” (Merkez Parti, ç.n.) ile değiştirdiler. "Açlığın Şansölyesi” iş sahibi mutlular üzerindeki vergileri artırarak işsiz milyonlara giderek azalan yardımlar sağlamaya çalıştı. SPD bunun intihar olduğunu biliyordu, ama Brüning’e tahammül etti; çünkü onun Hitler^’i koalisyona alıp kendilerini atmasından korkuyordu. İşsizlik yardımından kesintilere de aynı sebeple ses çıkarmadı. Brüning’in umutsuz orta sınıfa ise verecek hiçbirşeyi yoktu ve bunların çoğu kısa sürede haki gömlekleri giydiler. SPD saflarındaysa, Yahudi olsun, olmasın, herkes partilerinin küçülüp gitmesini seyretti.

Komünist KPD de kendi kendini devirdi. Lenin Bolşevizmi, Stalin’in “Üçüncü Dönem” aşırı soluna, Rosa Luxemburg’un Spartakusbund’u (Spartaküs Birliği, ç.n.) Ernst Thälmann’ın “Rote Front”una (Kızıl Cephe, ç.n.) yerini bıraktı. Bu hizipçilere göre kendilerinden başka herkes faşistti. Şimdi Sosyal Demokratlar da “Sosyal Faşistlerdi ve onlarla herhangi bir birlik mümkün değildi.

1930’da bu iki emekçi sınıf partisi birlikte Hitler’in %18,3’üne karşı %37,6 oy almıştı. Hitler durdurulabilirdi, eğer onlar Hitler’in haki gömleklilerine karşı fizik bir direniş cephesi kurup, hükümetin, kitlelerin hayat standardına saldıran politikalarına direnebilselerdi. 2. Dünya Savaşı’ndan beri Batılı araştırmacılar KPD’nin SPD’ye Stalinci fanatizmi nedeniyle ihanet ettiğini kabul ederler. Stalinist kampta ise görüntü tersineydi. SPD Brüning gibi bir boşboğaza güvenmekle suçlanıyordu. Ama bu olayın sorumluluğu her iki partidedir.

“Dolayısıyla Bize Karşı Mücadele Onların Hakkıdır”

Gerçi SPD ve KPD Hitler’in zaferinde sorumluluğun tamamına yakınını taşıyorlarsa da, bundan Siyonist "Vereinigung für Deutschland”a (Almanya İçin İttifak) da bir pay vardır. Gerçi alışılmış mantık Siyonistlerin, tersten Antisiyonist görüşleri nedeniyle, Yahudileri Nazi belasına karşı uyardıklarını varsaysa da, gerçekte bu böyle değildir. 1969’da Joachim Prinz (American Jewish Congress eski başkanı – gençliğinde ateşli bir ayrılıkçı Siyonist haham idi) hala şunu demekteydi:

“1922’de Walther Rathenau’nun 1922’de öldürülmesinden sonra kafamızda hiç şüphe kalmadı: Almanya’nın gidişi totaliter bir antisemit rejime doğru olacaktı. Hitler yükselmeye başladığında, ve kendi ifadesiyle alman milletini, kendi ırk bilinci ver ırk üstünlüğü konusunda “uyandırmaya” başladığında, bu adamın ergeç Almanya’nın lideri olacağına hiç kuşkumuz yoktu.” (1).

Ama, “Jüdische Rundschau” (Siyonist ZVfD’nin yayın organı) sayfalarında yapılacak titiz bir araştırmada bile bu kehanetlerden en ufak bir ize rastlanmaz. Kasım 1923’te Berlin’de bir açlık ayaklanmasında bir Yahudi öldürülüp birkaç yüz Yahudi dükkanı yağmalandığında, Kurt Blumenfeld (o zaman ZVfD sekreteri ve sonra başkanı) olayları hafife aldı:

“Çok kolay ve etkili bir tepki koyabiliriz… ama bunu yapmayacağız. Birileri Alman Yahudiliği içine korku salmak istiyor olabilir. Birisi bu provokasyonu kullanarak kararsızları yanına almak isteyebilir. Birisi Filistin ve Siyonizmi yurtsuzlara sığınak gösterebilir. Biz bunu yapmak istemiyoruz. Biz lafazanlıkla Yahudi hayatına ilgi göstermemiş olanları peşimize takmak istemiyoruz. Ama biz onlara kesin kararlılığımızla, Yahudi “galuth” (sürgün) hayatının temel yanlışının nerede olduğunu anlatmak isteriz. Onların ulusal bilincini uyandırmak isteriz. İsteriz ki, … sabırlı ve ciddi eğitimle onları da Filistin’in inşaına katabilelim.” (2).

Tarihçi Stephen Poppel, ki ZVfD’nin kesin düşmanıdır, kitabı “Zionism in Germany 1897-1933”te (Almanya’da Siyonizm, 1897-1933, ç.n.), 1923’ten sonra “Rundschau"nun … “1931’e dek, Yahudi karşıtı provokasyonlara sistematik olarak göz yumduğunu” yazar. (3). Öndegelen Siyonistler Yahudileri uyarmak ya da korumak şöyle dursun, Nazi karşıtlığına dahi itiraz ettiler.

Alman Siyonistleri WZO ideolojisini 1914-1920 arasında elden geçiren başlıca kesim olarak, bu fikriyatla ilgili şu kaçınılmaz sonuca vardılar: Diaspora Yahudiliğinin sonu yoktu. Antisemitizme karşı savunma yolu yoktu; Almanya’da Yahudi kültür ve cemaat kurumları geliştirmenin anlamı yoktu. ZVfD, içinde yaşadığı toplumdan yüz çevirdi. Artık sadece iki Siyonist amaç kalmıştı: Ne kadar Yahudi dinlerse o kadarında milliyetçi bilinç uyandırmak ve gençlerini Filistin kalkınmasına faydalı işlerde eğitmek. Bunun dışında her şey anlamsız ya da geçici idi.

1925’te en ateşli terk taraftarı olan Jacob Klatzkin (dev Encyclopaedia Judaica yazarlarından) antisemitizme Siyonist yaklaşımın kesin temellerini koydu:

“Eğer antisemitizmin haklılığını kabul etmezsek, kendi ulusçuluğumuzun da haklılığını inkar ederiz. Eğer halkımız kendi milli hayatını yaşamak isterse, o zaman o içinde yaşadığı başka ulusların içine girmiş bir yabancı varlık gibi olacaktır: Yabancı bir varlık; kendisi farklı kimliğinde ısrar eden, ve kendi hayat alanını kendi sınırlandıran. O halde başkalarının milli bütünlükleri için bize karşı savaşmaları haklıdır. Haklarımızı almak isteyen antisemitlere karşı savunma örgütleri kurmak yerine, bizim haklarımızı savunan dostlara karşı örgütler kurmalıyız.” (4).

DİPNOTLAR:

1. Herbert Strauss (ed.), Gegenwart Im Ruckblick (Heidelberg, 1970), s.231.

2. Stephen Poppel, Zionism in Germany 1897-1933, s.119.

3. A.g.e.

4. Jacob Agus, The Meaning of Jewish History, vol.II, s.425.

Irak’a Askeri Operasyon Meselesi Ve Kürd Sorunu

Müfid Yüksel

PKK’nın son eylemlerinden dolayı, Irak Kürdistanı’nın Kandil Dağı’ndaki PKK unsurlarına yönelik, 90’lı yıllarda olduğu gibi askeri operasyona girişilmesi yeniden gündeme geldi. 80’li yılların sonlarıyla, 90’lı yıllarda bu bölgedeki PKK unsurlarına yönelik üst üste birçok askeri operasyona girişildi. Bu kadar yıldır gerçekleştirilen bu sınır ötesi askeri operasyonların, bölgede PKK terörünü sona erdirmede sadra şifa veren bir çözüm getirmediğini son olaylar bir kez daha gösterdi.

PKK’ya yönelik salt askeri seçeneğin ülkenin durumunu daha da zora soktuğu, toplumda yaraları derinleştirdiği görülmektedir. Eskiden beri kendisini hiç sorgulamayan bir devletin, onun silahlı ve siyasi bürokrasisinin layüs’el tavır ve siyasetleri ile ülkeyi nasıl bir uçuruma sürüklediklerini müşahede etmekteyiz. Tek parti dönemi resmî ideolojisindeki aşırı ısrarın, bu ülkenin Müslümanlık ve Kürtlük gibi en sahici kimlikleriyle amansız ve acımasız bir mücadeleye girmenin bu kimlikleri; ulusalcı-Modernleşmeci-Pozitivist resmi ideoloji adına sopalamanın felaket getireceği açıktır.

Bu toprakların en sahici kimliği olan Müslümanlığın, devlet tarafından, silahlı ve siyasi bürokratik seçkinler tarafından İttihat-Terakki yönetimi döneminden beri sürekli sopalanması, dinin toplum üzerindeki etkisinin zorla zayıflatılması; Türklerle Kürtler arasındaki, ya da ülke nüfusunu oluşturan etnik topluluklar arasında asırlardır var olan güçlü bağların zayıflamasına neden olmuş ve bu unsurların şu aşamada batılı devletlerin manupülasyonuna açık hale gelmesini sağlamıştır.

Asırlarca bir arada yaşanılan Ermeniler ve Rumlarla; din farklılığından dolayı; batılı devletlerin müdahalesiyle geçen yüzyılda bir arada yaşama koşulları ortadan kalkmış kanlı çatışmalar ve mübadeleler söz konusu olmuştur. 1856 Islahat fermanına kadar Zımmî statüsü ile bir arada yaşanılan ve yaşatılan bu gayr-i Müslim unsurlar[1] Fransa ve İngiltere tarafından dayatılan bu fermanın bazı maddelerinin elvermesi ile[2], zaman içerisinde batılı, düvel-i muazzamanın vesayeti altına girmişler. Siyasi ve askeri güç olarak zayıflayan Osmanlı devleti; Rus tehdidine ve saldırılarına karşı; özellikle Kırım ve Kars savaşları sırasında Fransa ve İngiltere gibi devletlerden aldığı askeri ve siyasi destek karşılığında, bu fermanın da sağladığı ortamda kendi gayr-i Müslim vatandaşları üzerindeki otoritesini büyük oranda kaybetmiş, Gayr-i Müslimlerin yoğun olduğu Balkan topraklarının çoğunu elden çıkarmıştır. Bunun neticesinde Balkan topraklarında cereyan eden bu tür vak’alarla Rumeli topraklarının hemen hemen tümüyle kaybedildiği 1912 Balkan savaşı sonrasında, Anadolu’ya sirayet etmiş; Birinci dünya savaşının ardından imparatorluk dağılıp sona ermiştir.

İstiklâl savaşı ve ardından Lozan anlaşması ile oluşan yeni cumhuriyet bir dizi reform sonucu yeni bir ulus devlet olarak ortaya çıktı. Meşrutiyet Anayasası (Kanûn-i Esâsî ) ile başlayan imparatorluktan ulus devlete geçiş süreci[3] böylece son noktaya varıyordu. Ancak, İstiklâl savaşı sırasında bu savaş önderlerinin Anadolu ve Trakya’daki hangi etnik gruptan gelirse gelsin Müslüman halkı birleştiren hilâfet kurumunun arkasına sığınmaları; Lozan anlaşmasında ahâlinin Müslim ve gayr-i Müslim olarak din ve cemaat esasına göre tanımlanması; buna dayalı 1924 mübadelesi farklı bir durum oluşturmakta idi. Müslüman ahâlinin çoğunluk; gayr-i Müslim ahâlinin ise azınlıklar olarak nitelendirilmesi; Yunanistan’la olan ahâli mübadelesinde, Türkiye toprakları içerisinde yer alan Rum Ortodoks kilisesi mensupları (İstanbul’dakiler hariç) ile Yunanistan sınırları içerisinde yaşayan Müslüman ahâli (Batı Trakya’dakiler hariç) bu şekilde mübadeleye tâbi tutulmuştur. Türkiye’de yaşayan ana dili Türkçe olan Karamanlı denilen Ortodoks hristiyanlar Yunanistan’a gönderilirken, anadili Rumca ve Arnavutça olan müslümanlar Yunanistan’dan Türkiye’ye gönderilmişlerdir.

Bu topraklarda devlet, Müslüman ahâlinin, etnik kökenlerine ve anadillerine bakılmaksızın çoğunluk; gayr-i Müslimlerin de azınlıklar olarak kabul edildiği bir hukuk temeli üzerine kurulmuştur. Temelde din ve cemaat unsuru esas alınmış. Osmanlı’dan arta kalan son topraklara sığınan Müslümanlar üzerine kurulmuş bir devlet statüsündedir. Varlığını Müslüman varlığına, Misak-ı milli olarak nitelendirdiği sınırlar içerisindeki Müslüman ahâlinin çoğunluk olmasına var olmasına dayandıran ve borçlu olan yeni devlet, reform ve inkılaplarla birlikte birlikte (Hilâfetin kaldırılması başta olmak üzere[4]) varlık sebebi olan Müslümanlıkla, Müslüman kimliğiyle son derece acımasız bir savaşa ve mücadeleye girişmiştir.[5] Bu süreçte şapka vs.bahane edilerek keyfi idâmlar birbirini izlemiştir. İnkılaplar sürecinde Müslümanlığın temel kurum ve kişilerine karşı kanlı-acımasız bir tutum sergileyen devlet, Kürd sorunu konusunda da benzeri tutum sergilemiştir. 1913-14 Bitlis Hadisesi[6], Şeyh Said Hadisesi, Zilan Deresi Olayı, Dersim Olaylarında olabildiğince kanlı bir tutum içersinde olunmuştur. İttihat-Terakki yönetimi öncesinde; kalkışma ve darbe olaylarında dahi çoğu zaman teenni ve toleransla davranan devlet, en basit bir bahane ile çok sert bir tavır almıştır. 1859 Kuleli Vak’ası’nda teşebbüs aşamasındaki Süleymaniyeli Kürd Nakşibendi şeyhi Şeyh Ahmed önderliğindeki Ulema-Meşâyih ve askerlerden oluşan cunta grubuna verilen idam kararlarına karşın, bu idam kararları padişahın emriyle hapse çevrilmiş, birkaç yıl sonra da tamamı affa uğramışlardır.[7] Botan Beyi ve Cizre mütesellimi Bedirhan Bey olayı ile 1882’deki Şeyh Ubeydullah Hadiselerinde hiçbir idam olayı gerçekleşmemiş, sürgün kararları ile yetinilmiştir. Bitlis Hadisesinde ise herhangi bir ciddi kalkışma ve müsademe olmamasına karşın, Kürtlerin ulema-Meşayih ve Ağalarından 29 kişi idam edilmiş birçok kimse hapsedilmiştir.

Müslümanlığa ve Kürd kimliğine yönelik devletin, silahlı ve siyasi bürokrasinin hala da süregelen resmi ideolojiye dayalı bu acımasız tutumu kendi varlık sebebine, var olma temellerine kasdetmektir. Zira, Kürdler anadili Türkçe olan unsurların ardından ikinci büyük Müslüman topluluğu oluşturmaktadır. Ülkeyi oluşturan Müslüman çoğunluğun çok önemli bir bölümüdür. Bu anlamda ülkemizde Müslümanlıkla Kürd kimliği içiçe geçmiş durumdadır. Kürdlerin dışlanıp ötekileştirilmesi, Müslüman toplumdaki en büyük kırılma ve çatlağı oluşturacaktır.

Devletin, devlet elitinin Müslümanlık ve kürd kimliği ile barışmağa, bu kimlikleri tanımaya inatla bir türlü yanaşmaması durumu daha da vahimleştirmekte, daimi bir toplumsal yaraya yol açmaktadır. Osmanlı döneminden beri sürekli vatandaşlarının belli bir bölümünü hâin ve düşman ilân edip, onunla savaşmayı âdet haline getirmiş devletin bu yöndeki tutumları hala devam etmekte Kürtleri kendi topraklarında yabancılaştırmaya, ötekileştirmeğe çalışmaktadır. O yüzden bu devlet 1773’teki Küçük Kaynarca anlaşması sonrasında sürekli kendi topraklarında savaşan, geriye çekilip büzülen bir devlet haline gelmiş ve sürekli geriye çekilerek ülkeyi küçültmüştür. Sürekli kendi halkının bir bölümünü hain ve düşman ilan edip kendi topraklarında savaşan bir devletin iflah olmayacağı açıktır. Devletin Müslümanlığa ve kürt kimliğine karşı süregelen hasmâne siyasi ve hukuki tutumu bu anlayış ve refleksin devam ettiğini göstermektedir. Bu da devleti vatansever olmayan, vatanına husumet gösteren bir devlet konumuna sokmaktadır. Tüm deneyimler, Türkiye’de devletin derini ile yüzeyi ile vatansever bir devlet olmadığını irâe etmektedir. Kürtleri tasfiye edilecek hâin bir topluluk ve düşman olarak görmenin kimseye yararı olmaz.

Tüm bu yanlış ve kötü politikalar neticesinde, Kemalizmin ürünü olan Türk solundan doğan, Kürt solundan çıkmış olan PKK örgütü ortaya çıkmıştır. PKK 68 Kuşağı Kürt solunun bir ürünü olup, Kürt solu Türk solundan ayrılmış, Türk solu da Kemalizmin ürünü olarak ortaya çıkmıştır.[8] Bugün PKK’nın siyasal-Ulusalcı söylemleri; tek parti dönemi resmi ideolojik ulusalcı söylemlerin bir kopyası olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerek tek parti dönemi resmi ideolojisi, gerekse PKK terör örgütü ve siyasi uzanımlarının temsil ettiği Kürt ulusal hareketi aynı Batılı-Aydınlanmacı/Pozitivist değerlere inanmakta ve dayanmaktadır. 19. yüzyıl ulusalcılığının refleksleri sergilenmektedir. Dolayısıyla son 20 yıldır çeşitli medya organlarında ve sivil toplum kuruluşlarında Kürd sorununun çözümü için dile getirilen dini dışlayan Batılı-Aydınlanmacı değerler çerçevesindeki “ Demokratik Çözüm, demokratik değerlerin geliştirilmesi” söyleminin sorunun çözümüne katkıda bulunmadığı gözlemlenmektedir. Türkiye’deki Şahinler olarak nitelendirilen tek parti dönemi resmi ideoloji yanlısı elit bürokratik kesimlerle; PKK ve onun siyasal uzantıları “Demokratik-Laik ” denilen aynı Batılı-Aydınlanmacı/Pozitivist değerlere inanmakta ve dayanmaktadırlar. Aynı Batılı-Aydınlanmacı değerlere bağlılığın bir araya getirip, barış ortamı sağlamaya katkıda bulunmadığı; aksine bu kesimler Batılılaşıp-Modernleştikçe toplumsal çatışma ve kırılmanın derinleşip yayıldığını tecrübeler göstermektedir. Özellikle, Kürtlerin modernleşme sürecinde geleneksel yapıdan modern yaşama geçtiği, modern eğitim aldığı ölçüde ulusalcı bir yönelime daha fazla kaydığı müşahede edilmektedir. Solun etkisiyle “Feodal” olarak nitelendirilen geleneksel yapının sürmesinin Kürt ayrılıkçı hareketini doğurup geliştirdiği yönünde öteden beri sol partiler başta olmak üzere çeşitli çevrelerce pelesenk haline getirilen söylemlerin; bölgenin “Feodal” denilen geleneksel yapıdan modern eğitimin bölgede yaygınlaştırılmasının desteği ile kurtarılıp modernleştirilmesi ile ulusalcı ayrılıkçılık sorununun çözüleceği yönündeki öneriler, bu anlamda geleneksellik, modernleşme ve ulusalcılık ilişkisinin hiçbir şekilde anlaşılmadığını göstermektedir. Feodalite diye nitelendirdikleri geleneksel kürd toplum yapısının, aşiret ortamının; Aydınlanmacı-Batılı düşünce ve Fransız ihtilaline dayalı modern ulusalcılığa nasıl yol açtığını izah edemezler. Batı’daki Aydınlanmacı düşünce ve Fransız ihtilali sonrasında, özellikle 19 yüzyılda gelişen ulusalcı anlayışın pre-modern geleneksel topluluklarda, hele ki aşiret sisteminin varlığını sürdürdüğü topluluklarda neş’et edeceğini ifade etmek anakronizmdir. Batlı Feodalite kavramının kürdler gibi doğulu topluluklara yakıştırılması olayı ise ayrı bir trajedidir.

Aksine, Kürd bölgelerinde tek parti dönemindeki ağır baskılar, jandarma baskısı; 1950’li yıllardan itibaren büyük kentlere artan göç, bölgede okullaşmanın artması; bu merkezileşme ve modernleşmenin artışı, kitle iletişim araçlarının, ve ulaşımın yaygınlaşması, özellikle büyük kentlerde üniversitelerde yeni oluşan kürd öğrenci grupları türkiyede kürd ulusalcı hareketinin temel dinamiklerini oluşturmuştur. 60’lı ve 70’li yıllarda büyük kentlerde oluşan ve sol tandanslı, sol-marxist örgütlerde yer alan üniversiteli kürd öğrenci grupları PKK öncülüğündeki kürd ulusalcı hareketinin çekirdeğini oluşturmuştur. Özellikle Türkiye İşçi Partisinin içindeki Kürd öğrenci gruplarının etkisiyle 1969’dan sonra Kürd sorununa ilgi duyup sahiplenmesi kısa zaman içinde Kürd kimliği vurgusu üzerine sol-marxist bir tekelin oluşmasına yol açtı. PKK’nın Stalinist bir örgüt olarak ortaya çıkışı buna dayanmaktadır.

Kürtlerin, AB raporları doğrultusunda resmen azınlık statüsüne tabi tutulması, bu çerçevede onların İslam-dışı bir toplulukmuş gibi algılanmalarına ve bu vesile ile ciddi toplumsal gerilim, çatlama ve çatışmalara yol açacak, bu topluluğun süreç içerisinde batılı ülkelerin vesayetine girmesine, diğer müslümanlara tamamen yabancılaşıp, ötekileşmesine neden olacaktır.

Lozan’da da korunan ve asırlardır müslim ahaliyi kaynaştıran bu statünün böyle bir durumda çatlaması, kırılması sonuçta bu ülkenin zaman içerisinde “müslüman vatanı” olmaktan çıkması gibi bir faciayla sonuçlanmasını bile sağlayacaktır.

Birinci Bölümün Sonu


[1] Osmanlı döneminde, gerek Anadolu’da gerekse memâlik-i şâhânenin diğer bölgelerinde, resmi nüfus kayıtlarında tebaa, müslim, gayri müslim tasnifine tabi tutulmuştur. Özellikle müslim ahali için mezhebe yada etnik kimliğe ait tasnif ya da ayırımlardan ihtiraz olunmuştur. Gayr-i müslim ahalide ise Rum, Süryanî, Ermeni tasnifleri yer alsa da bu, bağlı oldukları kiliselere göre yapılmıştır. Zira, Hristiyan topluluklarda Kitâb-ı Mukaddes bu toplulukların bağlı oldukları kiliselerin benimsediği dillerde yazılıp okunurdu. Rum Ortodokslar, Kutsal metinleri Yunanca’dan okuyup yazarken, diğerleri Ermenice yahut Süryanice, Aramca, Latince vs. dillerde okuyup yazmakta, ibadetlerini bu dillerde gerçekleştirmekteydiler. Bu bağlamda, Hristiyan topluluklarda kutsal metinler tek ve ortak bir dilden okunmamaktadır. Müslümanlıkta ise Kur’an-ı Kerîm Arapça olup, kutsal metin olarak sadece bu dilde okunup yazıldığından, Arapça dışında farklı bir ibadet dili olmadığından bu şekil bir ayırım ve tasnif söz konusu olmamışır. Dini topluluk ve inanç grupları din temelli olarak tasnife tabi tutulmuştur.

[2] Islahat Fermanı Ve etkilerine ilişkin olarak bkz. Tanzimat (Tanzimatın 100. yılı Münasebetiyle) Komisyon, 1-2, MEB, 2. Baskı, İstanbul, 1999; Ufuk Gülsoy, 1856 Islahat Fermanı’na Tepkiler Ve Maraş Olayları, Prof. Bekir Kütükoğlu’na Armağan kitabı İçinde, Shf. 443-458, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul, 1991.

[3] İlkin 7 Zilhicce 1293’te (1876) ilan edilip, 1293 Osmanlı-Rus harbi sonrasında rafa kaldırılan, ancak 11 Temmuz 1324’te (1908) tekrar ilan edilip yürürlüğe konan Kanun-i Esasî’nin ilk iki maddesi ile diğer bazı maddeleri ülkenin imparatorluktan ulus devlete dönüşümünü sağlayan en önemli hukuki etmenler olmuştur. Devlette ulus devletin en önemli göstergelerinden biri olan merkeziyetçiliği esas alan ilk iki madde şöyledir:

“Birinci Madde: Devlet-i Osmaniye memâlik ve kıtaât-ı hâzırayı ve eyalât-ı mümtazeyi muhtevi ve yekvücud olmağla hiçbir zamanda hiçbir sebeple tefrik kabul etmez.

İkinci Madde: Devlet-i Osmaniye’nin pây-ı tahtı İstanbul şehridir. Ve şehr-i mezkurun sâir bilâd-ı osmaniyeden ayrı olarak bir gûne imtiyaz ve muâfiyeti yoktur.” (Kanûn-i Esasî, Matbaa-i Amire,Istanbul, 1293; Karabet Matbaası, Istanbul, 1324)

Özellikle imparatorlukta resmi dile vurgu yapan 18. Madde bu konuda daha vahim bir içeriğe sahiptir:

“Onsekizinci Madde: Tebaâ-i Osmaniyenin hidemât-ı devlette istihdâm olunmak için devletin lisân-ı resmîsi olan Türkçe’yi bilmeleri şarttır.” (Ibid.)

[4] Hilâfet Kurumu ülkemizde Müslümanları bir arada tutan en önemli müesseseydi. Abbasî hilâfet geleneğinden gelen bu müessese; tarihte Türklerle Kürtleri bir araya getiren en önemli etken olmuştur. Tarihte Selçuklu Sultanı Tuğrul bey ile Mervanî Kürtlerini bir araya getiren Abbasî halifeliği olmuştur. Her iki topluluğun Sünni Abbasî hilafetine bağlılığı birlikte hareket etmelerine neden olmuştur. Örneğin, Selçuklu sultanı Tuğrul Bey Abbasilere rakip Mısır’daki İsmailî Fâtımî devletini destekleyen Büveyhilerin ve onların komutanı Arslan El-Besâsîrî’nin tasallutu altındaki Abbasî halifesini kurtarmak için Bağdat’a yürürken ordusunun büyük bölümü Mervanî Beyliğine bağlı Kürd gönüllü askerlerinden oluşmuştur. Aynı şekilde, Selçuklu sultanı Alparslan’ın Malazgirt seferine Mervanî Emiri Nizâmuddevle 10.000 civarında Kürd askerle katılmıştır. Kürd asıllı komutan Selahaddin-i Eyyubî Mısır’da Abbasilere rakip Fâtımî devletini ortadan kaldırıp kendi devletini kurunca, kendi adına değil Abbasî halifesi adına hutbe okutturmuştu. Abbasî hilafetinin çatısı altında bu ve benzeri olaylar Kürtlerle Türklerin aynı coğrafyalarda bir arada yaşamasının temellerini oluşturmuştur. 1924’te sembolik bir vaziyettede olsa, hilâfet kurumunun kaldırılması, Kürtlerle Türkler arasındaki en büyük ortak dini, kültürel ve tarihi değerin ortadan kalkmasına neden olmuştur. Abbasî hilâfet geleneğinin oluşturduğu birliktelik zincirinin kopmasına yol açmıştır.

[5] Türkiye’de devletin bir yandan varlık sebebi olarak Müslüman çoğunluk nüfusuna, Müslüman vatanına dayanması; diğer yandan ise Müslümanlığa karşı jakoben devrimler ve bunların uygulamalarıyle, amansız yasaklarla bir savaşım içine girmesi, Türkiye’de devletin dinle ilişkisini şizofrenik bir ilişki biçimine dönüştürmüştür.

[6] Gençli Molla Selim, Gaydalı Şeyh Şihabuddin ve Seyyid Ali’nin (Kamran İnan’ın dedesi) başını çektiği Bitlis Hadisesi ile ilgili olarak arşiv belgelerine dayalı bir çalışma hazırlamaktayız.

[7] Kuleli Vak’ası ile ilgili olarak yeni bulduğumuz belgelere dayalı kapsamlı bir çalışma yapmaktayız.

[8] Cumhuriyet döneminde Türk solunun temelinde Burhan Asaf (Belge)’ın başını çektiği 30’lu yıllardaki Kadro hareketi ve dergisi bulunmaktadır.