Irak’a Askeri Operasyon Meselesi Ve Kürd Sorunu

Müfid Yüksel

PKK’nın son eylemlerinden dolayı, Irak Kürdistanı’nın Kandil Dağı’ndaki PKK unsurlarına yönelik, 90’lı yıllarda olduğu gibi askeri operasyona girişilmesi yeniden gündeme geldi. 80’li yılların sonlarıyla, 90’lı yıllarda bu bölgedeki PKK unsurlarına yönelik üst üste birçok askeri operasyona girişildi. Bu kadar yıldır gerçekleştirilen bu sınır ötesi askeri operasyonların, bölgede PKK terörünü sona erdirmede sadra şifa veren bir çözüm getirmediğini son olaylar bir kez daha gösterdi.

PKK’ya yönelik salt askeri seçeneğin ülkenin durumunu daha da zora soktuğu, toplumda yaraları derinleştirdiği görülmektedir. Eskiden beri kendisini hiç sorgulamayan bir devletin, onun silahlı ve siyasi bürokrasisinin layüs’el tavır ve siyasetleri ile ülkeyi nasıl bir uçuruma sürüklediklerini müşahede etmekteyiz. Tek parti dönemi resmî ideolojisindeki aşırı ısrarın, bu ülkenin Müslümanlık ve Kürtlük gibi en sahici kimlikleriyle amansız ve acımasız bir mücadeleye girmenin bu kimlikleri; ulusalcı-Modernleşmeci-Pozitivist resmi ideoloji adına sopalamanın felaket getireceği açıktır.

Bu toprakların en sahici kimliği olan Müslümanlığın, devlet tarafından, silahlı ve siyasi bürokratik seçkinler tarafından İttihat-Terakki yönetimi döneminden beri sürekli sopalanması, dinin toplum üzerindeki etkisinin zorla zayıflatılması; Türklerle Kürtler arasındaki, ya da ülke nüfusunu oluşturan etnik topluluklar arasında asırlardır var olan güçlü bağların zayıflamasına neden olmuş ve bu unsurların şu aşamada batılı devletlerin manupülasyonuna açık hale gelmesini sağlamıştır.

Asırlarca bir arada yaşanılan Ermeniler ve Rumlarla; din farklılığından dolayı; batılı devletlerin müdahalesiyle geçen yüzyılda bir arada yaşama koşulları ortadan kalkmış kanlı çatışmalar ve mübadeleler söz konusu olmuştur. 1856 Islahat fermanına kadar Zımmî statüsü ile bir arada yaşanılan ve yaşatılan bu gayr-i Müslim unsurlar[1] Fransa ve İngiltere tarafından dayatılan bu fermanın bazı maddelerinin elvermesi ile[2], zaman içerisinde batılı, düvel-i muazzamanın vesayeti altına girmişler. Siyasi ve askeri güç olarak zayıflayan Osmanlı devleti; Rus tehdidine ve saldırılarına karşı; özellikle Kırım ve Kars savaşları sırasında Fransa ve İngiltere gibi devletlerden aldığı askeri ve siyasi destek karşılığında, bu fermanın da sağladığı ortamda kendi gayr-i Müslim vatandaşları üzerindeki otoritesini büyük oranda kaybetmiş, Gayr-i Müslimlerin yoğun olduğu Balkan topraklarının çoğunu elden çıkarmıştır. Bunun neticesinde Balkan topraklarında cereyan eden bu tür vak’alarla Rumeli topraklarının hemen hemen tümüyle kaybedildiği 1912 Balkan savaşı sonrasında, Anadolu’ya sirayet etmiş; Birinci dünya savaşının ardından imparatorluk dağılıp sona ermiştir.

İstiklâl savaşı ve ardından Lozan anlaşması ile oluşan yeni cumhuriyet bir dizi reform sonucu yeni bir ulus devlet olarak ortaya çıktı. Meşrutiyet Anayasası (Kanûn-i Esâsî ) ile başlayan imparatorluktan ulus devlete geçiş süreci[3] böylece son noktaya varıyordu. Ancak, İstiklâl savaşı sırasında bu savaş önderlerinin Anadolu ve Trakya’daki hangi etnik gruptan gelirse gelsin Müslüman halkı birleştiren hilâfet kurumunun arkasına sığınmaları; Lozan anlaşmasında ahâlinin Müslim ve gayr-i Müslim olarak din ve cemaat esasına göre tanımlanması; buna dayalı 1924 mübadelesi farklı bir durum oluşturmakta idi. Müslüman ahâlinin çoğunluk; gayr-i Müslim ahâlinin ise azınlıklar olarak nitelendirilmesi; Yunanistan’la olan ahâli mübadelesinde, Türkiye toprakları içerisinde yer alan Rum Ortodoks kilisesi mensupları (İstanbul’dakiler hariç) ile Yunanistan sınırları içerisinde yaşayan Müslüman ahâli (Batı Trakya’dakiler hariç) bu şekilde mübadeleye tâbi tutulmuştur. Türkiye’de yaşayan ana dili Türkçe olan Karamanlı denilen Ortodoks hristiyanlar Yunanistan’a gönderilirken, anadili Rumca ve Arnavutça olan müslümanlar Yunanistan’dan Türkiye’ye gönderilmişlerdir.

Bu topraklarda devlet, Müslüman ahâlinin, etnik kökenlerine ve anadillerine bakılmaksızın çoğunluk; gayr-i Müslimlerin de azınlıklar olarak kabul edildiği bir hukuk temeli üzerine kurulmuştur. Temelde din ve cemaat unsuru esas alınmış. Osmanlı’dan arta kalan son topraklara sığınan Müslümanlar üzerine kurulmuş bir devlet statüsündedir. Varlığını Müslüman varlığına, Misak-ı milli olarak nitelendirdiği sınırlar içerisindeki Müslüman ahâlinin çoğunluk olmasına var olmasına dayandıran ve borçlu olan yeni devlet, reform ve inkılaplarla birlikte birlikte (Hilâfetin kaldırılması başta olmak üzere[4]) varlık sebebi olan Müslümanlıkla, Müslüman kimliğiyle son derece acımasız bir savaşa ve mücadeleye girişmiştir.[5] Bu süreçte şapka vs.bahane edilerek keyfi idâmlar birbirini izlemiştir. İnkılaplar sürecinde Müslümanlığın temel kurum ve kişilerine karşı kanlı-acımasız bir tutum sergileyen devlet, Kürd sorunu konusunda da benzeri tutum sergilemiştir. 1913-14 Bitlis Hadisesi[6], Şeyh Said Hadisesi, Zilan Deresi Olayı, Dersim Olaylarında olabildiğince kanlı bir tutum içersinde olunmuştur. İttihat-Terakki yönetimi öncesinde; kalkışma ve darbe olaylarında dahi çoğu zaman teenni ve toleransla davranan devlet, en basit bir bahane ile çok sert bir tavır almıştır. 1859 Kuleli Vak’ası’nda teşebbüs aşamasındaki Süleymaniyeli Kürd Nakşibendi şeyhi Şeyh Ahmed önderliğindeki Ulema-Meşâyih ve askerlerden oluşan cunta grubuna verilen idam kararlarına karşın, bu idam kararları padişahın emriyle hapse çevrilmiş, birkaç yıl sonra da tamamı affa uğramışlardır.[7] Botan Beyi ve Cizre mütesellimi Bedirhan Bey olayı ile 1882’deki Şeyh Ubeydullah Hadiselerinde hiçbir idam olayı gerçekleşmemiş, sürgün kararları ile yetinilmiştir. Bitlis Hadisesinde ise herhangi bir ciddi kalkışma ve müsademe olmamasına karşın, Kürtlerin ulema-Meşayih ve Ağalarından 29 kişi idam edilmiş birçok kimse hapsedilmiştir.

Müslümanlığa ve Kürd kimliğine yönelik devletin, silahlı ve siyasi bürokrasinin hala da süregelen resmi ideolojiye dayalı bu acımasız tutumu kendi varlık sebebine, var olma temellerine kasdetmektir. Zira, Kürdler anadili Türkçe olan unsurların ardından ikinci büyük Müslüman topluluğu oluşturmaktadır. Ülkeyi oluşturan Müslüman çoğunluğun çok önemli bir bölümüdür. Bu anlamda ülkemizde Müslümanlıkla Kürd kimliği içiçe geçmiş durumdadır. Kürdlerin dışlanıp ötekileştirilmesi, Müslüman toplumdaki en büyük kırılma ve çatlağı oluşturacaktır.

Devletin, devlet elitinin Müslümanlık ve kürd kimliği ile barışmağa, bu kimlikleri tanımaya inatla bir türlü yanaşmaması durumu daha da vahimleştirmekte, daimi bir toplumsal yaraya yol açmaktadır. Osmanlı döneminden beri sürekli vatandaşlarının belli bir bölümünü hâin ve düşman ilân edip, onunla savaşmayı âdet haline getirmiş devletin bu yöndeki tutumları hala devam etmekte Kürtleri kendi topraklarında yabancılaştırmaya, ötekileştirmeğe çalışmaktadır. O yüzden bu devlet 1773’teki Küçük Kaynarca anlaşması sonrasında sürekli kendi topraklarında savaşan, geriye çekilip büzülen bir devlet haline gelmiş ve sürekli geriye çekilerek ülkeyi küçültmüştür. Sürekli kendi halkının bir bölümünü hain ve düşman ilan edip kendi topraklarında savaşan bir devletin iflah olmayacağı açıktır. Devletin Müslümanlığa ve kürt kimliğine karşı süregelen hasmâne siyasi ve hukuki tutumu bu anlayış ve refleksin devam ettiğini göstermektedir. Bu da devleti vatansever olmayan, vatanına husumet gösteren bir devlet konumuna sokmaktadır. Tüm deneyimler, Türkiye’de devletin derini ile yüzeyi ile vatansever bir devlet olmadığını irâe etmektedir. Kürtleri tasfiye edilecek hâin bir topluluk ve düşman olarak görmenin kimseye yararı olmaz.

Tüm bu yanlış ve kötü politikalar neticesinde, Kemalizmin ürünü olan Türk solundan doğan, Kürt solundan çıkmış olan PKK örgütü ortaya çıkmıştır. PKK 68 Kuşağı Kürt solunun bir ürünü olup, Kürt solu Türk solundan ayrılmış, Türk solu da Kemalizmin ürünü olarak ortaya çıkmıştır.[8] Bugün PKK’nın siyasal-Ulusalcı söylemleri; tek parti dönemi resmi ideolojik ulusalcı söylemlerin bir kopyası olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerek tek parti dönemi resmi ideolojisi, gerekse PKK terör örgütü ve siyasi uzanımlarının temsil ettiği Kürt ulusal hareketi aynı Batılı-Aydınlanmacı/Pozitivist değerlere inanmakta ve dayanmaktadır. 19. yüzyıl ulusalcılığının refleksleri sergilenmektedir. Dolayısıyla son 20 yıldır çeşitli medya organlarında ve sivil toplum kuruluşlarında Kürd sorununun çözümü için dile getirilen dini dışlayan Batılı-Aydınlanmacı değerler çerçevesindeki “ Demokratik Çözüm, demokratik değerlerin geliştirilmesi” söyleminin sorunun çözümüne katkıda bulunmadığı gözlemlenmektedir. Türkiye’deki Şahinler olarak nitelendirilen tek parti dönemi resmi ideoloji yanlısı elit bürokratik kesimlerle; PKK ve onun siyasal uzantıları “Demokratik-Laik ” denilen aynı Batılı-Aydınlanmacı/Pozitivist değerlere inanmakta ve dayanmaktadırlar. Aynı Batılı-Aydınlanmacı değerlere bağlılığın bir araya getirip, barış ortamı sağlamaya katkıda bulunmadığı; aksine bu kesimler Batılılaşıp-Modernleştikçe toplumsal çatışma ve kırılmanın derinleşip yayıldığını tecrübeler göstermektedir. Özellikle, Kürtlerin modernleşme sürecinde geleneksel yapıdan modern yaşama geçtiği, modern eğitim aldığı ölçüde ulusalcı bir yönelime daha fazla kaydığı müşahede edilmektedir. Solun etkisiyle “Feodal” olarak nitelendirilen geleneksel yapının sürmesinin Kürt ayrılıkçı hareketini doğurup geliştirdiği yönünde öteden beri sol partiler başta olmak üzere çeşitli çevrelerce pelesenk haline getirilen söylemlerin; bölgenin “Feodal” denilen geleneksel yapıdan modern eğitimin bölgede yaygınlaştırılmasının desteği ile kurtarılıp modernleştirilmesi ile ulusalcı ayrılıkçılık sorununun çözüleceği yönündeki öneriler, bu anlamda geleneksellik, modernleşme ve ulusalcılık ilişkisinin hiçbir şekilde anlaşılmadığını göstermektedir. Feodalite diye nitelendirdikleri geleneksel kürd toplum yapısının, aşiret ortamının; Aydınlanmacı-Batılı düşünce ve Fransız ihtilaline dayalı modern ulusalcılığa nasıl yol açtığını izah edemezler. Batı’daki Aydınlanmacı düşünce ve Fransız ihtilali sonrasında, özellikle 19 yüzyılda gelişen ulusalcı anlayışın pre-modern geleneksel topluluklarda, hele ki aşiret sisteminin varlığını sürdürdüğü topluluklarda neş’et edeceğini ifade etmek anakronizmdir. Batlı Feodalite kavramının kürdler gibi doğulu topluluklara yakıştırılması olayı ise ayrı bir trajedidir.

Aksine, Kürd bölgelerinde tek parti dönemindeki ağır baskılar, jandarma baskısı; 1950’li yıllardan itibaren büyük kentlere artan göç, bölgede okullaşmanın artması; bu merkezileşme ve modernleşmenin artışı, kitle iletişim araçlarının, ve ulaşımın yaygınlaşması, özellikle büyük kentlerde üniversitelerde yeni oluşan kürd öğrenci grupları türkiyede kürd ulusalcı hareketinin temel dinamiklerini oluşturmuştur. 60’lı ve 70’li yıllarda büyük kentlerde oluşan ve sol tandanslı, sol-marxist örgütlerde yer alan üniversiteli kürd öğrenci grupları PKK öncülüğündeki kürd ulusalcı hareketinin çekirdeğini oluşturmuştur. Özellikle Türkiye İşçi Partisinin içindeki Kürd öğrenci gruplarının etkisiyle 1969’dan sonra Kürd sorununa ilgi duyup sahiplenmesi kısa zaman içinde Kürd kimliği vurgusu üzerine sol-marxist bir tekelin oluşmasına yol açtı. PKK’nın Stalinist bir örgüt olarak ortaya çıkışı buna dayanmaktadır.

Kürtlerin, AB raporları doğrultusunda resmen azınlık statüsüne tabi tutulması, bu çerçevede onların İslam-dışı bir toplulukmuş gibi algılanmalarına ve bu vesile ile ciddi toplumsal gerilim, çatlama ve çatışmalara yol açacak, bu topluluğun süreç içerisinde batılı ülkelerin vesayetine girmesine, diğer müslümanlara tamamen yabancılaşıp, ötekileşmesine neden olacaktır.

Lozan’da da korunan ve asırlardır müslim ahaliyi kaynaştıran bu statünün böyle bir durumda çatlaması, kırılması sonuçta bu ülkenin zaman içerisinde “müslüman vatanı” olmaktan çıkması gibi bir faciayla sonuçlanmasını bile sağlayacaktır.

Birinci Bölümün Sonu


[1] Osmanlı döneminde, gerek Anadolu’da gerekse memâlik-i şâhânenin diğer bölgelerinde, resmi nüfus kayıtlarında tebaa, müslim, gayri müslim tasnifine tabi tutulmuştur. Özellikle müslim ahali için mezhebe yada etnik kimliğe ait tasnif ya da ayırımlardan ihtiraz olunmuştur. Gayr-i müslim ahalide ise Rum, Süryanî, Ermeni tasnifleri yer alsa da bu, bağlı oldukları kiliselere göre yapılmıştır. Zira, Hristiyan topluluklarda Kitâb-ı Mukaddes bu toplulukların bağlı oldukları kiliselerin benimsediği dillerde yazılıp okunurdu. Rum Ortodokslar, Kutsal metinleri Yunanca’dan okuyup yazarken, diğerleri Ermenice yahut Süryanice, Aramca, Latince vs. dillerde okuyup yazmakta, ibadetlerini bu dillerde gerçekleştirmekteydiler. Bu bağlamda, Hristiyan topluluklarda kutsal metinler tek ve ortak bir dilden okunmamaktadır. Müslümanlıkta ise Kur’an-ı Kerîm Arapça olup, kutsal metin olarak sadece bu dilde okunup yazıldığından, Arapça dışında farklı bir ibadet dili olmadığından bu şekil bir ayırım ve tasnif söz konusu olmamışır. Dini topluluk ve inanç grupları din temelli olarak tasnife tabi tutulmuştur.

[2] Islahat Fermanı Ve etkilerine ilişkin olarak bkz. Tanzimat (Tanzimatın 100. yılı Münasebetiyle) Komisyon, 1-2, MEB, 2. Baskı, İstanbul, 1999; Ufuk Gülsoy, 1856 Islahat Fermanı’na Tepkiler Ve Maraş Olayları, Prof. Bekir Kütükoğlu’na Armağan kitabı İçinde, Shf. 443-458, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul, 1991.

[3] İlkin 7 Zilhicce 1293’te (1876) ilan edilip, 1293 Osmanlı-Rus harbi sonrasında rafa kaldırılan, ancak 11 Temmuz 1324’te (1908) tekrar ilan edilip yürürlüğe konan Kanun-i Esasî’nin ilk iki maddesi ile diğer bazı maddeleri ülkenin imparatorluktan ulus devlete dönüşümünü sağlayan en önemli hukuki etmenler olmuştur. Devlette ulus devletin en önemli göstergelerinden biri olan merkeziyetçiliği esas alan ilk iki madde şöyledir:

“Birinci Madde: Devlet-i Osmaniye memâlik ve kıtaât-ı hâzırayı ve eyalât-ı mümtazeyi muhtevi ve yekvücud olmağla hiçbir zamanda hiçbir sebeple tefrik kabul etmez.

İkinci Madde: Devlet-i Osmaniye’nin pây-ı tahtı İstanbul şehridir. Ve şehr-i mezkurun sâir bilâd-ı osmaniyeden ayrı olarak bir gûne imtiyaz ve muâfiyeti yoktur.” (Kanûn-i Esasî, Matbaa-i Amire,Istanbul, 1293; Karabet Matbaası, Istanbul, 1324)

Özellikle imparatorlukta resmi dile vurgu yapan 18. Madde bu konuda daha vahim bir içeriğe sahiptir:

“Onsekizinci Madde: Tebaâ-i Osmaniyenin hidemât-ı devlette istihdâm olunmak için devletin lisân-ı resmîsi olan Türkçe’yi bilmeleri şarttır.” (Ibid.)

[4] Hilâfet Kurumu ülkemizde Müslümanları bir arada tutan en önemli müesseseydi. Abbasî hilâfet geleneğinden gelen bu müessese; tarihte Türklerle Kürtleri bir araya getiren en önemli etken olmuştur. Tarihte Selçuklu Sultanı Tuğrul bey ile Mervanî Kürtlerini bir araya getiren Abbasî halifeliği olmuştur. Her iki topluluğun Sünni Abbasî hilafetine bağlılığı birlikte hareket etmelerine neden olmuştur. Örneğin, Selçuklu sultanı Tuğrul Bey Abbasilere rakip Mısır’daki İsmailî Fâtımî devletini destekleyen Büveyhilerin ve onların komutanı Arslan El-Besâsîrî’nin tasallutu altındaki Abbasî halifesini kurtarmak için Bağdat’a yürürken ordusunun büyük bölümü Mervanî Beyliğine bağlı Kürd gönüllü askerlerinden oluşmuştur. Aynı şekilde, Selçuklu sultanı Alparslan’ın Malazgirt seferine Mervanî Emiri Nizâmuddevle 10.000 civarında Kürd askerle katılmıştır. Kürd asıllı komutan Selahaddin-i Eyyubî Mısır’da Abbasilere rakip Fâtımî devletini ortadan kaldırıp kendi devletini kurunca, kendi adına değil Abbasî halifesi adına hutbe okutturmuştu. Abbasî hilafetinin çatısı altında bu ve benzeri olaylar Kürtlerle Türklerin aynı coğrafyalarda bir arada yaşamasının temellerini oluşturmuştur. 1924’te sembolik bir vaziyettede olsa, hilâfet kurumunun kaldırılması, Kürtlerle Türkler arasındaki en büyük ortak dini, kültürel ve tarihi değerin ortadan kalkmasına neden olmuştur. Abbasî hilâfet geleneğinin oluşturduğu birliktelik zincirinin kopmasına yol açmıştır.

[5] Türkiye’de devletin bir yandan varlık sebebi olarak Müslüman çoğunluk nüfusuna, Müslüman vatanına dayanması; diğer yandan ise Müslümanlığa karşı jakoben devrimler ve bunların uygulamalarıyle, amansız yasaklarla bir savaşım içine girmesi, Türkiye’de devletin dinle ilişkisini şizofrenik bir ilişki biçimine dönüştürmüştür.

[6] Gençli Molla Selim, Gaydalı Şeyh Şihabuddin ve Seyyid Ali’nin (Kamran İnan’ın dedesi) başını çektiği Bitlis Hadisesi ile ilgili olarak arşiv belgelerine dayalı bir çalışma hazırlamaktayız.

[7] Kuleli Vak’ası ile ilgili olarak yeni bulduğumuz belgelere dayalı kapsamlı bir çalışma yapmaktayız.

[8] Cumhuriyet döneminde Türk solunun temelinde Burhan Asaf (Belge)’ın başını çektiği 30’lu yıllardaki Kadro hareketi ve dergisi bulunmaktadır.

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Hey there! This pοst coulԁ not bе wrіtten аny better!

Reaԁіng this post remindѕ mе of my gοoԁ olԁ гoom matе!
He alwaуs kеρt talking аbοut thіs.
I will forwaгd this page to hіm.
Fairly сertain he will have a good rеad.
Thanκ you for shaгing!

Ηeгe is my page clean a big green egg

Adsız dedi ki...

Hoωdy, i reaԁ your blоg occasionally аnd і oωn a sіmilar
one and i ωas just ωonԁerіng if you gеt
a lot of spam resрonses? If sо how ԁo you reduce it, anу plugin or anуthing yοu can
advise? I get so muсh lately it's driving me crazy so any help is very much appreciated.

Feel free to visit my blog post :: tens units during pregnancy
Also see my web page > benefits of using tens units during pregnancy